4 Ekim 2016 Salı

YERYÜZÜNÜN EN GENÇ ÜLKESİ KOSOVA…


Balkanların ve dünyanın en yeni ülkesi olarak 17 Şubat 2008 tarihinde bağımsızlığını ilan eden Kosova, 1999 yılında Sırp saldırıları nedeniyle Birleşmiş Milletler kontrolüne girip bağımsızlığının ilanına kadar Birleşmiş Milletler korumasında yaşayan bir ülkedir.

Antik dönemde, Dardania olarak anılan Kosova’nın bulunduğu bölge, İlkçağdan itibaren istilalara uğramış, jeopolitik açıdan ticaret yollarının birleştiği merkez bölgelerden birisi olmuştur. Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra, Doğu Roma İmparatorluğu’na bağlanan Kosova Orta Çağ’da Alanlar, Hunlar, Vizigotlar, Bulgarlar, Avarlar, Slavlar gibi çeşitli kavimler tarafından istila edilmiştir.

Kosova bölgesinde, 13. yüzyılda Sırplarla Arnavutlar arasında önemli mücadeleler yaşanırken, Osmanlıların Kosova’ya ilk taarruzu 1388’de, I. Murat’ın emriyle gerçekleştirilmiş,  I. Murat’ın şehit düştüğü 1389 Kosova Savaşı’nda, Sırp Kralı Lazar’ın öncülüğünde Osmanlı’ya karşı oluşturulan müttefik kuvvetler  yenilmiş ve bu şekilde Osmanlı Balkanlara kalıcı olarak yerleşmeye başlamıştır. Bu olayın en önemli sonuçlarından birisi de Sırp Krallığı’nın Osmanlı İmparatorluğu egemenliğine girmesidir.

Fetret devrinde (1402-1413) bir süre Osmanlı nüfuzundan çıkan Kosova, 1439 Semendire’nin zaptıyla tekrar Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Sırplarla yapılan İkinci Kosova Savaşıyla (1448), Osmanlı hâkimiyeti güçlenirken, Fatih Sultan Mehmet’in seferleriyle Kosova’nın tamamı Osmanlı egemenliğine girmiştir (1455).

17. yüzyılın başında kuzeyde Bosna, güneyde Rumeli eyaletinin sınırları içerisinde yer alan, 1683 Viyana Bozgunuyla, 1690’a kadar  Avusturya’nın elinde kalan Kosova bölgesi, 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başlarında İşkodra Valisi Mahmut Paşa’nın girişimleri neticesi,  Osmanlı Devletinin merkezi otoritesinin kontrolünden çıkma sürecine girmiştir.

Tanzimat ve Islahat fermanlarında, idarî açıdan  bir takım yeni haklar tanınan Kosova, 93 Harbinden önce merkezi Sofya olmak üzere, Niş ve Priştine yöresini içine alan Kosova Vilayeti şekline dönüştürülmüştür. Savaş sonrası vilayet merkezi Priştine olurken, Ayastefanos ve bu antlaşmayı düzenleyen Berlin Antlaşması ile Osmanlı egemenliği ciddi şekilde yara almıştır. Kosova Vilayeti, Balkan Savaşlarından sonra, Londra Antlaşması  (30 Mayıs 1913) ile Sırbistan’a bırakılırken, burada nüfusun çoğunluğunu, Üsküp Sancağının güneydoğu yönünde Müslüman Türkler ve Bulgarlar, Yenipazar tarafında Arnavut ve Boşnaklar, Taşlıca Sancağı’nda tamamen Boşnaklar, Pirizren, İpek ve Priştine ile Üsküp Sancağı’nın kuzey ve batı taraflarında ise Arnavutlar oluşturuyordu.

I. Dünya Savaşından sonra Krallık Yugoslavya’sı kurulurken, 1919-41 yılları arasında çok sayıda Müslüman,  bölgeden göç ettirilmiş, buraya Ortodoks Sırp, Katolik Hırvat ve Slovenler getirilmiştir. 1938’de Yugoslavya Krallığı ile yapılan anlaşma gereğince, 1944 yılına kadar, Türkler ve Arnavutlar başta olmak üzere, diğer Müslüman nüfus Türkiye’ye göç ettirilmiştir. 1941’de Faşist İtalya ile işbirliği içinde olan Arnavutluk’un kontrolüne giren Kosova’nın bir kısmı, Hitler Almanya’sı tarafından işgal edilmiş ve Sırplara teslim edilmiştir.

1945’te Kosova, Yugoslavya tarafından Sırbistan Cumhuriyeti içinde özerk bölge olarak tanınırken, anlaşmalar çerçevesinde ya da bir kısmı baskıdan kaçarak, 1953-67 yılları arasında 400 bin civarı Kosovalı Müslüman Anadolu’ya gelmiştir.  1968 Priştine Kosova Öğrenci Gençlik Birliği Hareketi’nin girişimiyle, Yugoslavya sınırları içinde kalmak şartıyla Kosova Cumhuriyetinin ilanı talebinde bulunulmuştur. Sırpların baskısına maruz kalan bu hareket, girişimlerinin ilk meyvesini, 1974’te almış ve Kosova kendi anayasasına kavuşmuştur.

Kosova’da, 1989’a kadar karışıklıklar yaşanmıştır. 1980’de Tito’nun ölümünden sonra Sırbistan Cumhuriyeti iktidarı, Sırp milliyetçileri, Slobodan Miloseviç önderliğinde, “Büyük Sırbistan İdeali” ile Kosova’da büyük baskı ve zulümler gerçekleştirmişlerdir. 1989’da Kosova’nın özerkliği kaldırılırken, ülke 1990’da Sırbistan tarafından işgal edilmiştir. Kosova Meclisi, 7 Eylül 1990’da Kosova Cumhuriyeti Anayasa’sını ilan etmiştir.

15 Ocak 1999’daki Sırp katliamından sonra Avrupa Birliği ekseninde yapılan görüşmelerden olumlu sonuç alınamamış ve Sırplar Kosova’da tam bir katliam yapmışlardır.

24 Mart 1999’da NATO’nun askeri harekâtı sonucunda Sırplarla 10 Haziran 1999’da yapılan Kumanova Antlaşması ve Birleşmiş Milletlerin kararı doğrultusunda; Kosova’nın sivil idaresi Birleşmiş Milletler ve Avrupa Güvenliği ve İşbirliği Teşkilatına (AGİT), askeri idare ise NATO’nun kuruluşu KFOR’a bırakılmıştır.
2008’de bağımsızlığını kazanan Kosova Cumhuriyetini ilk olarak Kosta Rika, ikinci olarak ABD ve daha sonra ise Türkiye Cumhuriyeti, Arnavutluk, İngiltere ve Afganistan tanımıştır. Bu bağımsızlığı tanımayacağını ilan eden ülkeler ise Yunanistan, Güney Kıbrıs Cumhuriyeti, Sırbistan ve Rusya'dır. Bu ülkelere göre burası hâlen Sırbistan´a bağlı özerk bir bölgedir.

Peki, Kosova’nın önemi nereden kaynaklanmaktadır? Esasında Balkan topraklarının tamamı tarih boyunca tüm medeniyetlerin ilgi odağıdır. Avrupa’daki emperyalist devletler Asya, Akdeniz ve Afrika’nın, zenginliklerine ulaşabilmek ve güvenliklerini garanti altında tutmak için Balkanlarda kanlı savaşlara neden olmuşlardır. Zira Balkanlar’da hâkimiyet sağlamak demek Akdeniz, Kuzey Afrika, Kızıl Deniz ve Hint Okyanusundan geçen ticaret yolları üzerindeki hâkimiyetin tamamlayıcısı olmak demektir. Bölge tarih öncesinde de insanlığın geçiş yolları üzerinde olması nedeniyle büyük öneme sahipti. Roma, Büyük İskender, Bizans gibi büyük imparatorlukların pek çoğunun çıkış yeri ve dünya hâkimiyetlerini sağlamadaki en önemli noktası Balkanlardır.

Kosova coğrafi konumu nedeniyle Balkanların en merkezi noktasını teşkil etmektedir. Tarihte bu noktaya hâkim olan medeniyet Asya ile Avrupa arasındaki bağlantı noktasını kontrol edebilmiştir.

Kosovalı Türk gazeteci Şerafettin Ömer 1991 yılında Priştine’de basılan Tan Gazetesi’nde şöyle yazmıştır. “Havasından mıdır suyundan mıdır pek bilinmez, buranın insanlarının inat sürdürmede üzerine yoktur alimallah. Büyük bir olasılıkla dik kafalılığı hiç kimseye kaptırmayız. Politika yapması gereken birinci adamlarımızda bu huy sıkça görülmektedir. Bu güzelim ülkenin Arap saçına dönüştürülmesinde ve burada yaşayan ulus ile azınlıkların nerde ise birbirlerine girmesinde inat denilen faktörün aslan payı vardır.”

Halkının yarısından fazlası yoksulluk sınırının altında yaşadığı ve Avrupa’nın en yoksul ülkesi olan Kosova hakkındaki bu genel bilgilerden sonra biraz da ülkenin gezilecek, görülecek yerlerinden bahsedelim.

Kosova ve çevresinde nereye giderseniz gidin bozulmamış bir doğa görürsünüz.  Buna karşın özellikle kentlerde savaşın yıkımı dolayısıyla kültürel mirasın büyük bir kısmı yok olmuş durumdadır. Kosova’nın en tarihi kenti olan Prizen’de, Osmanlı etkisini çok fazla olarak görmek mümkündür. Bistrica Nehri kıyısında dolaşmanın ve tarihi Bistrica Köprüsü’nü seyretmenin keyfine doyum olmaz. Köprünün hemen yakınında bulunan ve Balkanlar’ın en yüksek minareli camisi olan Sinan Paşa Camii’ni gezmenizi ve yanında bulunan Şadırvan Meydanında çay, kahve molası vermenizi öneriyorum.

Şadırvan Meydanı’ndan kolayca görüp ulaşabileceğiniz Eski Kale kalıntıları fotoğraf makineniz için güzel kareler oluşturacaktır. Osmanlı Hamamı ve Lzeviska Katedrali’ni de mutlaka görmelisiniz.

Kosova’nın başkenti Piriştina savaş sırasında büyük bir yıkım yaşamasına karşın Fatih Sultan Mehmet adına 1460 yılında yapılan cami, 1470 yılından kalan Lap Camii, 1834 yapımı Yaşar Paşa Camii ve Büyük Hamam halen ayakta kalmayı başarmıştır. Bu yapılar Osmanlı mimarisinin kentte görülebilecek en önemli örneklerdir. Gracanica Manastırı da kentin önemli bir Hıristiyan yapısıdır. Germia Park’ta oturmanın ve etrafı gözlemlemenin keyfi bir başkadır.

Piriştina yakınlarındaki Gora köyleri Balkan atmosferini en iyi yaşayacağınız yerlerdir. Bu köylerin dar sokakları, evleri ve yeşilliği her gezginin görmesi gereken yerlerler. Buralarda at ile dolaşmanın keyfine de doyum olmadığını bilmenizi isterim.

Kosova’da farklı isimlerle köfte ve börek çeşitlerini bulabilirsiniz. Esasında Balkanlardaki en lezzetli köfte ve böreği burada yiyebilirsiniz. Arnavut mutfağından bir tür börek olan Fliya’yı tatmanızı öneririm. Kosova’ya özgü şerbetli hamur tatlısı olan Sut Pite’yi denemeden sofradan kalkmamalısınız. Yemekten sonra istemeseniz de kahve gelecektir.Kosova’da Osmanlı döneminden kalma 359 vakıf eseri bulunduğu ifade edilmektedir. Bu eserlerin 215’i cami ve mescit, 15’i medrese, 26’sı mektep, 24’ü tekke, 42’si han, 9’u hamam, 11’i köprü, 9’u türbe, 2’si imaret, 1’i kale, 1’ i çeşme ve 4’ü saat kulesidir. Sırplar tarafından yıkılmış ya da zarar görmüş bu eserlerin bir kısmı TİKA tarafından restore edilmiş ve bir kısmı da edilmeye devam etmektedir.


THY ve Pegasus’un ucuz uçuşları ile gidebileceğiniz ve her gezginin görmesi gereken ülkelerden biri olan Kosova’da otel fiyatlarının da oldukça uygun olduğunu belirterek yazımızı noktalayalım. 

8 Mart 2012 Perşembe

Sri Lanka

Merhaba,

Merhaba dedim ya başlangıçta Merhaba benim en sevdiğim sözcüklerin başında gelir. Güzel olan şeylerin ya da güzel olmasını istediğimiz şeylerin başlangıcıdır “Merhaba”.

Dünyada görmediğimiz çok az ülke kaldı. Kimileri bize gezgin diyor. Kimileri seyyah, kimileri ise dünya vatandaşı. Bence üçü de doğru. Her şeyden önce bir "dünya vatandaşı"yım. Tüm dünya insanlarına, uygarlıklarına ve kültürlerine, hiçbir ayrım yapmadan, önyargısız yaklaşıyorum. İnsanlara ırk, din, dil, cinsiyet ve milliyet kalıplarının dışında, "insan" olarak bakmayı biliyorum. Kendi kültürümden olmayan insanların geleneklerini, kültürlerini, dünyalarını anlamaya çalışıyorum. Dünyanın, ancak insanla, temiz bir çevreyle ve sağlıkla değerli olduğunu; bu çeşitliliğin de büyük bir hazine olduğunu biliyorum. Gezmenin, kişinin hoşgörüsünü, yaratıcı yanını ve duyarlılığını artıran bir okul olduğunu ve bu okulun yaşı olmadığını; paylaşmanın da gezmek gibi bir tutku olduğunu hiç aklından çıkarmıyorum.

Soğuk kış günlerinde en keyif aldığım şeylerin başında gelir sıcak diyarlara seyahat etmek… Hikkaduwa’da bu sıcak diyarların en tercih ettiğim mekanıdır. Esasında Sri Lanka kuzeyden güneye, doğudan batıya her noktası ayrı keyif veren ve defalarca gidilecek bir yer.

Ben her gidişimde mutlak suretle Hikkaduwa’ya 2-3 gün ayırıyorum. Anlatacaklarımdan sonra sizlerinde bana hak vereceğinize inanıyorum.

Bir önceki yazımda belirtmediğim için özellikle yazmak istiyorum. İstanbul’dan farklı havayollarıyla aktarmalı olarak Sri Lanka’ya ulaşmanız mümkün. Air Jordan, Emirates, Air Arabia, Qatar Havayollarının yanı sıra 6 aydan bu yana Sri Lankan Havayolları ile Colombo’ya uçabilirsiniz. Size tavsiyem Colombo’ya ulaştıktan sonra Colombo’da 1 gece konaklayın. Colombo esasında size ilk anda zenginlikle yoksulluğun, varlıkla yokluğun bu kadar iç içe yaşandığı başka bir dünya mekanı olup olmadığını sorgulamanıza neden oluyor. Gerçekten de gezdiğim hiçbir ülkede bu kadar iç içe bir yaşama tanıklık etmedim.Colombo’da dinlendikten sonra bir araba kiralayarak doğruca Hikkaduwa’ya hareket edin.

Size tavsiyem aracı şoförle birlikte kiralayın. Zira Sri Lanka’da araba kullanmak çok zor. Yaklaşık 3 saatte deniz kenarında oluyoruz. Ben genellikle ‘Mercan Kayalıkları’nın önünde kurulu olan Coral Gardens Otelde kalırım. Çok lüks otellere sahip Hikkaduwa’da 3 * lı otelde kalmamı tüm dostlarım yadırgasa da ben bu oteli seviyorum. Bir kere otelin hemen sağ tarafında ‘alt tarafı cam’ olan tekneler var. Bunları kiralayıp mercan kayalıklarını seyretmek bana büyük bir keyif veriyor. Otelin hemen sol tarafında bulunan harika balık lokantalarında jumbo karidesler,istakozlar,kalamarlar ve yengeçleri midenize indirirken köpük köpük Hint okyanusunu seyretme imkanınız var.Deniz burada muhteşem.

Her ne kadar Tisunamide en çok kaybı veren bölge burası ama alışan vazgeçemez. Otelimin arka tarafında ise yüzlerce dükkân sıralı..Neler mi var bu dükkânlarda?.. Dünyaca ünlü ‘Safir’ Sri Lanka’da çıkartılmakta.. Sri Lanka’nın anlamı ‘ Parlayan ada ‘.. Adını Safir’den almış.. İpek kumaşlar, hediyelik eşyalar, masklar, batik kumaşlar, heykeller ve daha neler neler..Hikkaduwa’da dalma merakınız varsa tam yerindesiniz demektir. Güneşe aman dikkat 1 saat içerisinde sizi kavurabilir sizi. O nedenle mutlaka koruyucu krem kullanın.Otelin kahvaltısı harika… Ne mi var??? Benim en sevdiğim meyveler…. Hikkaduwa’dan mutlaka günübirlik Galla’ye geçiniz. Galle güneyde Hollandalıların kurduğu bir şehir.. Kalesini dolaşıp bir “ Historical Mansion/Art Gallery” (Müze ev) gezisi yapın. Ünlü deniz feneri’ni görün.

Sri Lanka Halk danslarını seyredin. Eğer imkan bulursanız kano kiralayıp nehre çıkın.. Timsahlar ve vahşi yaşam adrenalinizi yükseltsin.Dönüşte size tavsiyem mutlaka otelin havuzuna girin. Sırt üstü uzandığınızda havuzda, havuza dalını uzatan ağaçta sıralı maymunları göreceksiniz. Sizinle dalga geçecekler…Sri Lanka’ya gidip çay alışverişi yapmazsanız, dönüşte dalga geçerler sizinle… O nedenle bol miktarda çay alacağınız yerdir Hikkaduwa… Yol boyu sıralanmış hediyelik eşya fiyatlarının güzelliği ve ucuzluğu karşısında neredeyse 10. kuşaktan akraba ve arkadaşlarınıza da hediye alabilirsiniz.Gece saatlerinde tek başınıza yürümeyin bile demiyorum. Sakın dışarıya çıkmayın. Aslında çoğunun kötü niyetli olduğunu sanmıyorum ama yüzlerce yerli çevrenizi sarıp sizden para istiyor. Dokunanı ve size zarar vereni de çıkabilir.

Gün boyu yaptığınız keşif, güneş ve deniz sizi aslında öylesine yoruyor ki akşam otelde odanıza girdiğiniz anda uyuyorsunuz ama bu yukarıdaki uyarımı lütfen dikkate alın. Mevsime gelince, en güzel ve yağışsız mevsim Ocak ve Şubat…. Bakın yaklaştı… Eğer siz tek başıma gidemem diyorsanız turlara katılın ve gidin...Gezgin selam ve sevgilerimle. Kalın sağlıcakla…

Abidin Lutfi DEMİR

abidindemir1@yahoo.co.uk

BALTIKLARIN KEŞFEDİLMEMİŞ GÜZEL KIZI RİGA...

Riga Baltıkların Paris’i olarak anılmaktadır. İlk olarak 2005 yılının Kasım ayında gittim. Gitmeden önce o kadar çok araştırdım ve bilgi sahibi oldum ki yerel rehberimiz Mehmet’in bile sorular karşısında bana baktığı ve benden yardım beklediği oldu… Riga Baltık Denizine şehrin ortasından geçen Daugava Nehriyle açılmaktadır. Baltık Devletleri içerisinde en büyük olanıdır. Şehrin ilk kurulduğu yer olan tarihsel merkezi "Vecrīga" UNESCO Kültür Mirası'na kabul edilmiş olup mimari olarak sadece Viyana, St. Petersburg ve Barselona ile karşılaştırılabilecek güzellikteki Art Nouveau (Jugendstil) yapılarıyla ünlüdür.

Şehrin kuruluşu 12. yüzyıla kadar dayanır. 12. yüzyıl sonlarında liman şehri olan Riga'ya Alman ticaret gemilerinin uğramaya başlamasıyla nüfusu ve önemi artmıştır. Riganın resmi kuruluş yılı 1201 yılı olarak kabul edilmektedir.
Riga’ya Air Baltıc ve Türk Hava Yolları ile ulaşmak mümkün. Havaalanından şehre ulaşmak oldukça kolay. Ben size taksiyi tavsiye ederim. Taksiler konforlu ve ucuz.

Riga’ya kış mevsiminde gelirseniz ve varışınız öğleni aşarsa başlangıçta içinizi bir kasvet sarıyor. 1- 2 saat sonra ise bu durumu aşıyor ve intibak sağlıyorsunuz.Her zaman söylediğim gibi Riga’yı da keşfedebilmeniz için kaybolun… Şehir iki kısımdan oluşuyor. Old Town şehrin tarihi merkezi. Burada şehrin tarihi dokusuna tanıklık ediyorsunuz. . St. Peter’s Kilisesi, Brotherhood of the Blackheads Evi, Dome Katedrali, Büyük ve Küçük Guildhalls, St. Jacob’s Kilisesi, Riga Kalesi , Özgürlük Heykelinin keşfi gün boyu sürüyor.

Yorulduğunuzda soluk alacağınız nefis cafeler var. Öğlen yemeğinizi Lido’da alabilirsiniz. Lido Avrupa’nın en büyük ahşap yapılarından biri ve 1000 kişilik. İçerisinde müzikli bir yemekte tercih edebilirsiniz, fast food ‘ta. Buz patenide yapıp açık büfe restorandan da faydalanabilirisiniz, sadece bira veya kahvede içebilirsiniz.Bir öğleninizi mutlaka Lido’ya ayırmanızı öneririm.

Riga’ya yaz sezonu giderseniz Jurmala’ya mutlaka gidin. Letonya’nın Baltık Denizi kıyısında yer alan Jurmala bembeyaz kumsalları ve orman içerisinde yer alan romantik ağaç evleriyle Letonya’nın sayfiye bölgesi. En hoşuma giden tarafı tertemiz çam kokulu havası. Burada çok sayıda Spa Oteli var. Şifalı suları, çamur kürleri ile Baltık Ülkeleri’nin rehabilitasyon merkezi olan Jurmala’da hava kirliliğini önlemek amacıyla araba girişleri ücretli. Eğer hava elverirse mutlaka bembeyaz kumsallarda güneşlenip Baltık Denizi’ne girin. Burada da size Balık yemenizi öneriyorum.Riga’da bir akşam yemeğinizi Rozengrals Restaurant da alın. Ama gündüz saatlerinde bizzat giderek rezervasyon yaptırın. (Neden olduğunu orada anlayacak ve bana teşekkür edeceksiniz) Restoran çok otantik ve orijinal haliyle hizmet veriyor. 800 yıllık olduğunu ifade ediyorlar. Yemekler harika. Ben size fındıklı balığı öneriyorum. Çalışanlarının kıyafetleri ilginç o nedenle fotoğraf makinenizi yanınızda götürün. Çok şık giyinmenize gerek yok ama özellikle hafta sonu gidecekseniz şık giyinmenizde fayda var.

Riga’da hiç sıkılmayacaksınız ve zamanın nasıl geçtiğini de anlamayacaksınız. Bauska & Rundale Sarayına mutlaka gidiniz. Riga’ya 60 km uzaklıktaki BAUSKA turuna otel resepsiyonuna söyleyerek katılmanız mümkün. Onlar sizin için turizm ofisiyle görüşüşüp organizasyon yapıyorlar. Avrupa’nın en güzel saraylarından biri olan Rundale Sarayı’nı keşfetmeden dönmeyin. 1736-1740 yılları arasında yapımı tamamlanan Rundale Sarayı, Letonya Dükü Ernst Johann’ın yazlık sarayı olarak yaptırılmış. Barok ve Rokoko tarzında inşa edilmiş sarayın bahçesi Fransız tarzından düzenlenmiş. Tavsiye ediyorum…

Yine seyahat planınıza göre vaktiniz kalırsa Riga’ya 51 km. uzaklıktaki Letonya’nın en güzel şehirlerinden kabul edilen Sigulda’ya gidin. Sigulda Kalesi, Gauja Milli Parkı, Gutman Mağarası, Turaida Kalesi ve müzesini ziyaret edin. İnanın ki Kalelerin arasında gezerken kendinizi Ortaçağ Avrupası’nda hissedeceksiniz. Özellikle doğa sizi kendisine hayran bırakacak.Riga’nın kızları da en az şehir kadar güzel. Gece hayatı ise İngiliz ve İskoçları her hafta sonu buraya getirecek kadar hareketli. Özellikle Cuma ve Cumartesi kendinizi İngiltere’de hissediyorsunuz. Her yerde İngilizler var. Fiyatlarda otomatik olarak 2 misline çıkıyor.

İlk Noel Ağacının Riga’da olduğuna inanıldığından en büyük Noel Ağacı’da Kasım ayından itibaren Riga’da. Noel ve Yılbaşı kutlamalarının mükemmelliğinden kimsenin kuşkusu olmamalı…Yazıyla, kışıyla, karı,yağmuru,sisi,güneşi hep burada farklı tanıdım ve hissettim. En çok gittiğim şehirlerden biri olduğu için mi bilmem ama Riga’yı çok seviyorum.

Gezgin sevgi ve selamlarımla….

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Romantizmi Hissettiren Şehirdir Roma (II)

Bir önceki yazımda Roma ile ilgili ön bilgilendirme yaptım.Bu yazımda seyahat notlarımı bulacaksınız. Uçağımız Leonardo da Vinci Havalimanına indi. Roma seyahatlerimde alandan çıkış hızıma bayılıyorum. Bu sefer 28 dakika sonra taksideyim. Otelim Termini’de tren istasyonuna yürüyerek 3 dakika. Termini şehir merkezi. O nedenle genellikle otel seçimimi bu bölgede yapıyorum. Odaya yerleştikten sonra lobide espresso içip doğruca Aşk Çeşmesinin yolunu tutuyorum. Her yerde motorsikletliler var. Çoğu gafil bir turist avlamaya çalışıyor. Çantam olduğu için tetikteyim. Otelim Roma’nın en önemli tren istasyonunun hemen yanında. Diğer şehirlere giderken çok önemli bir şey bence.

Belediye otobüsü, tramvay ve metro yıllardır 1 € ve kullanımı çok kolay. Biletleri büfelerden,otellerden ve makinelerden almak mümkün. Bindikten sonra araç içerisinde yer alan makineye onaylatma zorunlu. Biletsiz binmemelisiniz. En son gidişimde 45 € civarında cezası bulunmaktaydı biletsiz yakalanmanın. Gördüğünüz kötü davranış da cabası.

Roma’ya her gelişimde yanımda diğer Avrupa kentlerine göre daha fazla para getirmeye dikkat ederim. Bunun en önemli nedeni Roma’nın hem İtalya’nın diğer şehirlerine göre hem de Avrupa’nın diğer kentlerine göre daha pahalı olmasıdır. Romalıların lükse ve rahata düşkün olmaları fiyatları tavan yapmıştır adeta. Roma'da ucuz bir şeyler bulmanız o kadar zordur ki. Arka sokaklarda yer alan ikinci el mağazaları ve antikacılar bile pahalıdır.

Aşk Çeşmesinde arkadaşımla buluştuktan sonra yemeğe gidiyoruz. Aslında yemek için arkadaşımızın kuzeninin evine davetliyiz. İtalyanların en önemli özelliklerinden birisi de zeytinyağ sever olmaları. Bu sevgi aslında önemli bir kültürden geliyor. Bugün aslında yemek için değil yeni bir zeytinyağını denemek için toplantı var evde. Ev çok kalabalık. Her gelen yemek ve şarap getirmiş. Ama gecenin önemi yeni bir zeytinyağının denenecek olması. Zeytinyağı kendi imali arkadaşımın kuzeninin. Gece uzun ve bitmedi. Ama çok keyifliydi.

Sabah erkenden kalkmam gerekiyor. Bu düşünce nedeniyle şartlanmam sonucunda çok erken kalktım. Roma'da rahatlıkla ve kolayca kullanabileceğiniz bir metro ağı vardır. Ancak, sizi yine yankesicilere karşı uyarmalıyım. O kadar profesyonelce sizi soyuyorlar ki anlatamam. Peki seni de çarptılar mı diye düşünebilirsiniz. Çok şükür olmadı böyle bir şey ama kaç kez teşebbüs aşamasında yakaladım yankesicileri anlatamam. Taksiye bindiğinizde mutlaka taksimetreyi kontrol edin.

Bugün ilk durağım Forum. Cesare döneminde şehrin dini,politik ve ticari merkezi olan ve Vesta, Saturn, Castor ile Pollux tapınaklarının ve diğer anıtların bulunduğu Forumda bin yıl önce heybetli Roma Generallerinin yürüdüğünü düşünmek beni hep etkiliyor. Yine burada yürürken çok etkilendim. Forum'un hemen yanında bulunan Colosseumda 1. yüzyılda vahşi at yarışları yanı sıra gladyatör müsabakaları yapıldığını tekrar gözümün önüne getirdim. Etkilenmemek mümkün değil. Seyircilerin (ki zaman zaman 100.000 kişi olduğunu yazar tarih kitapları) haykırışları ve sesleri kulaklarımda çınlıyor. Muhteşem ötesi. Hele “Gladyatör” filmini hatırlayınca tüylerim diken diken oluyor.

İmparator Traiano döneminde 180.000 kişilik kapasiteli zenginlerin mermer, fakirlerin tahta üzerinde oturarak seyrettikleri at yarışları ve sportif karşılaşmalarının yapıldığı Circo Massimo günümüzde Aventino ile Palatino tepeleri arasındaki vadide piknik alanına dönüştüğünden buradan da benim gibi çok keyif alacağınıza inanıyorum.

Bu eski semtin batısında Piazza Navona'nın yakınında bulunan ve orjinal kapıları ile antik granit sütunları ve haşmetli iç kubbesi tanınan Pantheon’u görmek inanın çok keyifli. M.Ö. 27'de Venüs ve Mars tapınağı olarak inşa edilen M.S. 125'de Hadrianus tarafından tekrar inşa edilen, yedinci yüzyılda kiliseye çevrilmiş olan Pantheon’u görmeden gelmemenizi öneririm.

Roma’da üst üste 3 günüm oldukça yoğun geçti. Musei Vaticani (Vatikan Müzeleri), Museo Nazionale Romano (Roma Ulusal Müzesi), Borghese Galerisi, Musei Capitoline (Capitoline Müzesi), Galeria Nazionale (Ulusal Galeri), Doria Pamphili Galerisi, Villa Giulia Müzesine 3 tam günümü ayırdım. Bu müzelerin hepsini aynı seyahatte gezmeyi ilk kez başardım.

Dünyanın en küçük bağımsız ülkesi olan Vatikan’da 1508-1512 yılları arasında Michelangelo tarafından yapılan Rönesans dönemi tavan resimleri ile Capella Sistina (Sistina Şapeli), Vatikan Müzelerinin en önemli bölümünü oluşturuyor. Dünyanın en ünlü müzelerinden birisinde gezinmenin keyif, heyecan ve mutluluğu nasıl olur bilirsiniz. Mısır, Etrüsk, Roma, Rönesans ve Barok eserlerinin arasında, Michelangelo, Rafaello, Caravaggio ve Canova gibi ünlü sanatçıların eserleri de bulunuyor. Müzede bence öncelikle Sistina Şapelinin (Capella Sistina) ziyaret etmelisiniz.

Sadece Roma'nın değil dünya'nın en önemli müzelerinden olan birisi olan Musei Capitolina’da müzenin yanı sıra, Conservatori Sarayı ile Resim Galerisini de gezin dersem ve siz de gezerseniz sonra eminim ki ettiğiniz teşekkür ile kulaklarım çınlayacaktır.

Trinita dei Monti Kilisesi ile İspanya Meydanı'nın arasında yer alan İspanyol merdivenlerinde yukarıdan Roma'ya bakmaya bayılıyorum. Kalabalık ve insanların heyecanından etkilenmemek mümkün mü?

Sokak ressamları, falcılar ile dolu olan Piazza Navona’da oturup bir şeyler içmek bu sefer kısmet olmadı. (Gidecekler için ufak bir not mutlaka G. Lorenzo Bernini'nin meşhur 4 ırmak havuzuna görmelisiniz)

Yine gezi notlarımdan size aktarmaya devam. Roma'nın en iyi korunmuş anıtı elbette Pantheon’dur. Hadrianus tarafından yapılan sonra kiliseye dönüştürülen anıt Roma'nın en güzel meydanlarından Piazza Rotonda yer alır. Dünyanın en büyük ve en meşhur kilisesi olan, yapımı 125 yıl süren Michelangelo'yu meşhur eden Pieta heykelinin de yer aldığı San Pietro’yu ziyaret etmeyi kubbesine çıkarak Roma’yı seyrettiğim için çok seviyorum. Bugün de yaptığım en güzel işlerden birisi bu oldu.

Roma’dan çıkışı da girişi gibi çok kolay. O nedenle Roma’yı çok seviyorum.

Gezgin sevgilerimle.

(Roma’ya çok gittim. Bu yazı Roma seyahatlerimden birisinde tuttuğum notlardan derlenmiştir. Roma ile ilgili bilgilere yer verdiğim I. Bölüm ile bu yazının ayrı bölümler olmasının daha anlamlı olacağını düşündüğüm için yazımı 2 bölüm halinde sizlere sundum.)

ROMANTİZMİ HİSSETTİREN ŞEHİRDİR ROMA (I)….

Charterla uçtuğumda ne kadar yorucu olursa olsun İstanbul’a otobüsle gitmek çok mantıklı gelir bana her zaman. Hem ekonomik olması hem de Esenler Otogarından metro ile Atatürk Havalimanına kolay bir şekilde ulaştığımdan bu yolu hep tercih etmişimdir. Her yazımda olduğu gibi önce ufak bilgilerle başlayayım. İstanbul’da uçağa binmeden saatlerinizi bir saat geri alın. Roma’ya eğer yazın gidecekseniz sizi çok bunaltıcı günlerin beklediğine hazır olun. Keza kış aylarında da sürekli yağan yağmura hazırlıklı olmalısınız. İtalya’ya gidebilmeniz için Schengen vizesi almanız gerekiyor. Yeşile vize gerekmiyor.
Roma'ya indikten sonra havaalanında görevlilerin pratikliğine şaşırırsınız. Çok kısa süre içerisinde pasaport işlemlerinizin bittiğine ve valizinizi aldığınıza tanıklık edersiniz.
Size tavsiyem Roma’yı yürüyerek gezin. Roma gezginler için bulunmaz bir şehirdir. Sokaklarından ve binalarından çok keyif alacağınız nadir yerlerden birisidir. Sokaklarında kaybolmanız mümkün olmamakla birlikte kaybolmayı denemelisiniz mutlaka.

Klasik bir başlangıç olsa da Roma’nın sembolü olan Colosseum ile başlamasam olmaz. Colosseum iki bin yıl ayakta kalmayı başarmıştır. Çok eskilerde eğlence için gladyatör ve hayvanların dövüştürüldüğü ve bu şekilde vahşi keyifler alındığı hepimizce bilinen Colosseum biz gezginler için gerçek bir görsel şölendir. Kendinizi yıllar öncesinde hissetmemeniz mümkün değildir.

Aşk Çeşmesi her zaman çok kalabalıktır. Binlerce turist dilek tutmaları bir yana buluşma yeri olarak burasını tercih eder. Burasının Roma’lılar içinde buluşma yeri olduğunu düşünürseniz ne kadar şenlikli bir yer olduğunu hayal edebilirsiniz. Çeşmenin etrafında dilek tutmak için para atanlar o kadar çoktur ki zaman zaman para atıp dilek tutmak için sıralar oluştuğunu bile görebilirsiniz. Burada dikkat etmeniz gereken tek şey çantalarınız ve cepleriniz olmalı. Kalabalık nedeniyle yankesicilere çarpılmamanız hemen hemen imkansız. Çok dikkat etmelisiniz.

İspanyol Merdivenleri esasında mermer bir merdiven ama Roma'nın özelliğine özellik katan yerlerden birisidir. Merdivenlerin yukarısından Roma'yı seyretmek oldukça keyiflidir. Yürürken yorulduğunuzda dinlenme yeri olarak burayı tercih edebilir ve merdiven basamaklarında oturarak dinlenebilirsiniz. Roma hristiyanlığın merkezi olması nedeniyle pek çok kiliseye de ev sahipliği yapmaktadır. "Michelango" tarafından yapılan "St. Peter Basilikası" büyüleyici bir görüntüye sahiptir.

Roma, Paris ve Prag gibi romantizm şehridir. Her yerde romantizmin izlerini bulmanız ve romantizm yaşamanız mümkündür. Romantizmi bu 3 Avrupa şehrinden hangisinde bulursunuz diye sorarsanız bana ben Roma derim. Romantizm olunca akla şarap gelir. Şarap deyince de yine aklınıza Roma ve Roma’lılar gelmeli. Roma’da her türlü zevke ve keseye uygun kaliteli şarap bulmak mümkündür. Şöyle bir düşünmenizi istiyorum. İzlediğiniz eski Roma’yı ve Romalıları anlatan filimleri. Aklınıza ne gelir. Benim aklıma büyük yemek masaları, testi şaraplar, özenle ve güzelce hazırlanmış sofralar, zevk,eğlence ve şölen geliyor. Aslında bu hatırladıklarım halen Romalıların sofra kültürü. Romalılar yemeklerini tam bir şölen havasında yemeyi seviyorlar. Masaları her zaman zevkle hazırlanmış bulmanız mümkündür.

Yurtdışı gezilerde gördüğüm yerler kadar yerel yemeklerin de benim için ne kadar önemli olduğunu bilirsiniz. Tarihte bilinen ilk yemek kitabının bir Roma’lı tarafından yazıldığını okuduğumda ne kadar sevindiğimi tahmin edebilirsiniz. Roma'da ya klasik restoranları ya da trattoriaları tercih edebilirsiniz. Trattorialar ev yemekleri sunulan aile işletmelerine verilen ad olup buralarda Romalılara özgü yemeklerin gerçek anlamda tadına bakabilirsiniz. Her ne kadar pizza denince akla Milano gelse de Roma’da da mutlaka pizza yemelisiniz. Tabi ki spagettiyi de ihmal etmemelisiniz. Roma’da bir akşam romantizmin doruklarına çıkalım derseniz önce şık bir restorana gidin ve bütçenize uygun bir şarap seçin derim.

Bu yazımı bitiriyorum. Yazımın devamı var. Umarım hoşunuza gitmiştir. Roma’nın devamında buluşmak üzere.

Gezgin selamlarımla.

Gezginler İçin Büyük Bir Hazinedir Ürdün...



Ürdün'e özel olarak gitmememe karşın her Sri Lanka seyahatim sonrası Amman 2 günümü ayırdığım bir şehir olmuştur. Gezginler için büyük bir hazine olduğuna tanık olmuşumdur hep bu ülkenin. Ürdün'de 2 günlük konaklamalarm esnasında da Amman merkezli olarak ülkeyi tanımaya ve keşfetmeye çalışmışımdır. Bayramlarda gitmemek için özel bir gayret sarf ederim Amman’a. Zira her bayram Amman ölü bir şehirdir. Yemek yiyecek bir lokanta bile bulamazsınız. 6 saatlik bir uçuş sonrası Colombo’dan Amman’a ulaşırsınız. Sri Lanka gezileri deniz mahsulleri sevmeyenler ve baharatlı yemek tercih etmeyenler bir eziyete dönüşür. Bu nedenle de Amman’a iner inmez her türlü yemeğe bir taarruz başlar. Mutfak kültürü olarak Güneydoğu Anadolu mutfağının aynısıdır Amman… Amman’a iner inmez Ürdün ile İsrail (Batı Şeria-Filistin) arasına sıkışmış Lut gölüne doğru yola çıkarım ilk önce. Burası dünyanın deniz seviyesine göre en alçak noktasıdır. Amman'a yaklaşık 120 km. uzaklıkta olan bu göle girmek bana çok keyif verir. Her mevsim girmenin mümkün olduğu Lut Gölünde batmak mümkün değildir. Ürdün'ün esasında en turistlik yeri Akabe’dir. Yolunuz düşerse mutlaka gitmelisiniz. Kızıldeniz kıyısındaki bu küçücük şehir İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan mozaiğidir. Akabe’ye gittiğinizde neredeyse iç içe girmiş olan Elat şehrine de uğramalısınız.

Ürdün'de çok fazla Roma dönemine ait eser bulunmaktadır. Benim ilgimi en çok Efes’e benzeyen Jerash çeker. Biri büyük biri küçük olmak üzere iki amfiteatrı bulunan ve bir Artemis tapınağı bulunan bu eseri kaçırmamalısınız. Petra'yı ilk kez görmeye giderken bir çok yazı okumuştu. Bunlardan birisi de İngiliz şairi J. W. Burgon'un "Neredeyse zamanın başlangıcı kadar eski, gül kırmızısı bir şehir" cümleleriydi. Bu sözleri ilk okuduğumda kıpkırmızı bekledim Petra’yı. Kırmızıdan çok somon rengi ile karşılaştığımda da hayal kırıklığına uğradığımı hatırlıyorum. Ürdün ile özdeşleşmiş ve Ürdün’ün en görkemli tarihi ve turistik mekanı olan Petra dünya çapında bir üne sahiptir. Haftalarca gezseniz doyamayacağınız Nebatiler döneminden kalan ve tamamı kayalara oyulmuş devasa anıt yapılar çok görkemlidir. Burada giriş noktasından başlayarak çok dinç olmaya bakmalısınız. Önünüzde uzun bir yürüyüş maratonu olacaktır. Burası aslında şehirden çok anıt mezarlıklardır. Şehirdeki evler topraktan yapıldığı için zaman içerisinde yok olmuştur.

Petra bizlere Nabataeanlar’den miras olarak kalmıştır. Ürdün'deki Arabah Vadisi'nin doğusunda, Akabe ile Kızıldeniz'in arasındaki yarık vadinin kontrolünü eline alan bu kavim deniz seviyesinden 914 metre yükseldikteki kayaların içinde yaşamışlardır. Bir zamanlar ev olan ancak bugün mezar olarak kabul edilen kalıntılarla örülü Petra Mısır ve Asur mimari tarzlarının etkisini taşıyan Nabataean süslemeleriyle dikkat çekmektedir. Petra ile ilgili olarak ansiklopedilerde; Petra, MÖ 106'da Roma İmparatorluğunun bir parçası haline geldiğinde, yıkanma yerleri, forumu, tiyatrosu ile Roma uygarlığının tüm öğelerine sahip oldu. Palmyra'nın yükselişiyle ticaret yolları değişti. Petra, meraklı yabancıları defetmede zorluk çekmeyen yerlilerin bildiği bir bölge halini aldı. Arapça'yı akıcı bir şekilde konuşan ve Müslüman gibi giyinen İsviçreli kaşif John Burckhardt 1812’de yerli bir rehberi, eski bir şehrin (Petra) yakınında olduğu söylenen bir mezarda kurban kesme konusunda ikna etti. Böylece Petra yeniden gündeme geldi. Rehber, Burckhardt’a Siq boyunca eşlik etti. Ziyaretçilerin bugün bölgeye ulaşmak için geçtiği kayalar içindeki dar ve derin yarık ve ön cephesi 27 metre genişliğinde, 40 metre yüksekliğinde olan binanın alımlı görüntüsüyle karşı karşıya geldi. Hazine (el-Kasneh) olarak kullanılan bina, tasarımı Nabataean tarzındansa klasik olduğu halde, Petra'daki belki de en ünlü kalıntı. Ön cephenin tepesindeki semaverin içinde, zamanında bir firavuna ait değerli eşyaların olduğu söyleniyor. Bölgeyi ziyaret eden eski turistler hazineyi bulmaya çalışmışlardı.” Bilgisi mevcuttur.Ben en çok hazine binasının arkasında, açık pembe renginde toprakla kaplı çok sayıda kaya mezarının bulunduğu vadiden etkilenmiştim. Yukarıda da söylediğim gibi özel olarak Ürdün’e gitmemem ve aktarmalı seyahatlerde bu ülkeyi tanımaya çalışmam nedeniyle halen tam gezdiğimi düşünmüyorum. Örneğin Petra’da mutlaka 1 hafta kalmam gerektiğini biliyorum.

Komşu Bize Artık Çok Yakın.



Eskiden Yunanistan’a gitmek bizlere yakın olmasına karşın çok uzaktı. İlk Yunanistan seyahatimi hatırlıyorum da ne zordu. Oysa şimdi çok kolay. Kipi Gümrük Kapısında(Kipa İpsala’nın karşısındaki Yunan sınır kapısının adı) Sorunsuz bir şekilde ve beklemeden sınırı aşıyorsunuz. Tavsiye ederim hepinize güzel bir macera için bu yolu tercih edebilirsiniz.
Bu yazımda size son Yunanistan seyahatimden bahsedeceğim. Yunanistan seyahatinde not defterimdeki not düşümlerini aynen aktarıyorum.

“Ankara’dan çıktık yola bu kez. Ankara’dan çıkınca yola elbette sınır İpsala’ya kadar bayağı yorgunluk oluyor. Gece yarısı biniyorsunuz otobüse sınırı geçip Kavala’ya ulaşmanız öğleden sonrayı buluyor. Bir çoklarınız gibi Kavala’ya varır varmaz kendimi salaş ve yıllardır gittiğim lokantaya atıyorum. Menü hazır aslında. Zeytinyağlı sarma, cacık, salata, kavun,kalamar ve balık. Bizim damak tadımızda ve harika. Sevimli garsonlarla Türkçe sohbette cabası. Oceanis Hotel 3 * Hem merkezi olması, hem temizliği nedeniyle hep tercih ettiğim otel. Aslında Türkiye’den gelen tüm gruplarında tercihlerinde birinci sırada.

Kavala’da günlerce kalmak sıkabilir insanı. O nedenle 1 gece bana göre uygun bir süre. Sabah mutlaka şehri yürüyerek keşfetmelisiniz. Imaret-Kavalalı Mehmet Ali Pasa Heykeli ve Evi Kavala’da göreceğiz yerler.

Sabah otobüsümüzle Atina’ya doğru yola çıkıyoruz. Yolumuz uzun ve zor. Ama alışıyorsunuz bir süre sonra. Üstelik Rehberimiz Jano Arabiyano olunca yol hiç bitmesin ve Jano hiç susmasın diyorsunuz. Akşam üzeri Atina’dayız. Atina her zaman hem bana çok uzak hem de yakın bir kent olmuştur. Otele yerleşmenin ardından doğruca “Plaka” dayız. Taverna’da bu kez kendimizi Yunan müziği eşliğinde yine bizle çok benzerlik taşıyan nefis Yunan mutfağına teslim ediyoruz. Havanın sıcaklığına karşın yemeklerin ve müziğin güzelliği karşısında hiç birimizin sesi çıkmıyor. Mutluyuz hepimiz.

Sabah hep birlikte şehir turuna katılıyoruz. Acropolis, Agora, Zeus Tapınağı, Parlemento Binası, Syntagma ve Omonıa Alanları ile Panathenrian Stadyumunu görüyoruz. Öğleden sonra Korint Kanalı turuna katılmak çok keyifli. Her zaman söylüyorum. Korint Kanalını ister denizden geçerek ister tepeden seyrederek yaşayın çok keyiflidir. Akşam bu kez Pire’de MIKRO LIMAN’ındayız. Bu limana Türk Limanı da diyorlar. Yemekte kalamar ve balığa doyamıyoruz. Gece doğruca otelde odalarımıza geçiyoruz. Atina’da ki otelimiz 4 * President Otel. Sıkıntı yaşatmadı bugüne kadar. Merkezi ve temiz bir kongre oteli.

Sabah erkenden Selanik’e yola çıkıyoruz. Varışımızın ardından kendimizi Ladanika’ya attık. Gören de bunlar sadece yemek yemek için geldi diyecekler ama Ladanika benim en sevdiğim yer. Menümü yine ben seçtim. Kalamar,salata ve balık.

Gece Grand Palace’da konakladık. Yunanistan’da sevdiğim en güzel otel burası. Gece Selanik’i seyretmek çok güzel.

Sabah kahvaltısından sonra şehir turundayız. Ulu Önderin evinin ziyareti yine duygu yükledi hepimize. Aya Dimitri Kilisesi, Sahil Şeridi, Fuar Alanı ve Döner Kule ile Beyaz Kuleyi gördükten sonra Türkiye’ye doğru yola çıktık. Seyahatin en güzel ve önemli bölgesi olan bir çok kişinin gözden kaçırdığı İskeçe ve Dedeağaç’ı göreceğim yine. Vakit olursa kahvelerde bizimkilerle sohbet ederim.

Yolculuk tüm herkes gibi beni de çok yordu. Gece geç saatlerde İstanbul’dayız. Sabaha karşı ise Ankara’da olacağız.”

Son Yunanistan seyahatinde güncemi sizinle paylaştım. Aslında bir süre önce Binrota olarak nereye gidelim diye bir başlık açılmıştı ya. Hepinize uygun bir bütçe ile çıkabileceği ve zevk alacağınız bir seyahat olacağı için tavsiye ederim bu güzergahı.


Gezgin sevgilerimle.