22 Ağustos 2009 Cumartesi

Romantizmi Hissettiren Şehirdir Roma (II)

Bir önceki yazımda Roma ile ilgili ön bilgilendirme yaptım.Bu yazımda seyahat notlarımı bulacaksınız. Uçağımız Leonardo da Vinci Havalimanına indi. Roma seyahatlerimde alandan çıkış hızıma bayılıyorum. Bu sefer 28 dakika sonra taksideyim. Otelim Termini’de tren istasyonuna yürüyerek 3 dakika. Termini şehir merkezi. O nedenle genellikle otel seçimimi bu bölgede yapıyorum. Odaya yerleştikten sonra lobide espresso içip doğruca Aşk Çeşmesinin yolunu tutuyorum. Her yerde motorsikletliler var. Çoğu gafil bir turist avlamaya çalışıyor. Çantam olduğu için tetikteyim. Otelim Roma’nın en önemli tren istasyonunun hemen yanında. Diğer şehirlere giderken çok önemli bir şey bence.

Belediye otobüsü, tramvay ve metro yıllardır 1 € ve kullanımı çok kolay. Biletleri büfelerden,otellerden ve makinelerden almak mümkün. Bindikten sonra araç içerisinde yer alan makineye onaylatma zorunlu. Biletsiz binmemelisiniz. En son gidişimde 45 € civarında cezası bulunmaktaydı biletsiz yakalanmanın. Gördüğünüz kötü davranış da cabası.

Roma’ya her gelişimde yanımda diğer Avrupa kentlerine göre daha fazla para getirmeye dikkat ederim. Bunun en önemli nedeni Roma’nın hem İtalya’nın diğer şehirlerine göre hem de Avrupa’nın diğer kentlerine göre daha pahalı olmasıdır. Romalıların lükse ve rahata düşkün olmaları fiyatları tavan yapmıştır adeta. Roma'da ucuz bir şeyler bulmanız o kadar zordur ki. Arka sokaklarda yer alan ikinci el mağazaları ve antikacılar bile pahalıdır.

Aşk Çeşmesinde arkadaşımla buluştuktan sonra yemeğe gidiyoruz. Aslında yemek için arkadaşımızın kuzeninin evine davetliyiz. İtalyanların en önemli özelliklerinden birisi de zeytinyağ sever olmaları. Bu sevgi aslında önemli bir kültürden geliyor. Bugün aslında yemek için değil yeni bir zeytinyağını denemek için toplantı var evde. Ev çok kalabalık. Her gelen yemek ve şarap getirmiş. Ama gecenin önemi yeni bir zeytinyağının denenecek olması. Zeytinyağı kendi imali arkadaşımın kuzeninin. Gece uzun ve bitmedi. Ama çok keyifliydi.

Sabah erkenden kalkmam gerekiyor. Bu düşünce nedeniyle şartlanmam sonucunda çok erken kalktım. Roma'da rahatlıkla ve kolayca kullanabileceğiniz bir metro ağı vardır. Ancak, sizi yine yankesicilere karşı uyarmalıyım. O kadar profesyonelce sizi soyuyorlar ki anlatamam. Peki seni de çarptılar mı diye düşünebilirsiniz. Çok şükür olmadı böyle bir şey ama kaç kez teşebbüs aşamasında yakaladım yankesicileri anlatamam. Taksiye bindiğinizde mutlaka taksimetreyi kontrol edin.

Bugün ilk durağım Forum. Cesare döneminde şehrin dini,politik ve ticari merkezi olan ve Vesta, Saturn, Castor ile Pollux tapınaklarının ve diğer anıtların bulunduğu Forumda bin yıl önce heybetli Roma Generallerinin yürüdüğünü düşünmek beni hep etkiliyor. Yine burada yürürken çok etkilendim. Forum'un hemen yanında bulunan Colosseumda 1. yüzyılda vahşi at yarışları yanı sıra gladyatör müsabakaları yapıldığını tekrar gözümün önüne getirdim. Etkilenmemek mümkün değil. Seyircilerin (ki zaman zaman 100.000 kişi olduğunu yazar tarih kitapları) haykırışları ve sesleri kulaklarımda çınlıyor. Muhteşem ötesi. Hele “Gladyatör” filmini hatırlayınca tüylerim diken diken oluyor.

İmparator Traiano döneminde 180.000 kişilik kapasiteli zenginlerin mermer, fakirlerin tahta üzerinde oturarak seyrettikleri at yarışları ve sportif karşılaşmalarının yapıldığı Circo Massimo günümüzde Aventino ile Palatino tepeleri arasındaki vadide piknik alanına dönüştüğünden buradan da benim gibi çok keyif alacağınıza inanıyorum.

Bu eski semtin batısında Piazza Navona'nın yakınında bulunan ve orjinal kapıları ile antik granit sütunları ve haşmetli iç kubbesi tanınan Pantheon’u görmek inanın çok keyifli. M.Ö. 27'de Venüs ve Mars tapınağı olarak inşa edilen M.S. 125'de Hadrianus tarafından tekrar inşa edilen, yedinci yüzyılda kiliseye çevrilmiş olan Pantheon’u görmeden gelmemenizi öneririm.

Roma’da üst üste 3 günüm oldukça yoğun geçti. Musei Vaticani (Vatikan Müzeleri), Museo Nazionale Romano (Roma Ulusal Müzesi), Borghese Galerisi, Musei Capitoline (Capitoline Müzesi), Galeria Nazionale (Ulusal Galeri), Doria Pamphili Galerisi, Villa Giulia Müzesine 3 tam günümü ayırdım. Bu müzelerin hepsini aynı seyahatte gezmeyi ilk kez başardım.

Dünyanın en küçük bağımsız ülkesi olan Vatikan’da 1508-1512 yılları arasında Michelangelo tarafından yapılan Rönesans dönemi tavan resimleri ile Capella Sistina (Sistina Şapeli), Vatikan Müzelerinin en önemli bölümünü oluşturuyor. Dünyanın en ünlü müzelerinden birisinde gezinmenin keyif, heyecan ve mutluluğu nasıl olur bilirsiniz. Mısır, Etrüsk, Roma, Rönesans ve Barok eserlerinin arasında, Michelangelo, Rafaello, Caravaggio ve Canova gibi ünlü sanatçıların eserleri de bulunuyor. Müzede bence öncelikle Sistina Şapelinin (Capella Sistina) ziyaret etmelisiniz.

Sadece Roma'nın değil dünya'nın en önemli müzelerinden olan birisi olan Musei Capitolina’da müzenin yanı sıra, Conservatori Sarayı ile Resim Galerisini de gezin dersem ve siz de gezerseniz sonra eminim ki ettiğiniz teşekkür ile kulaklarım çınlayacaktır.

Trinita dei Monti Kilisesi ile İspanya Meydanı'nın arasında yer alan İspanyol merdivenlerinde yukarıdan Roma'ya bakmaya bayılıyorum. Kalabalık ve insanların heyecanından etkilenmemek mümkün mü?

Sokak ressamları, falcılar ile dolu olan Piazza Navona’da oturup bir şeyler içmek bu sefer kısmet olmadı. (Gidecekler için ufak bir not mutlaka G. Lorenzo Bernini'nin meşhur 4 ırmak havuzuna görmelisiniz)

Yine gezi notlarımdan size aktarmaya devam. Roma'nın en iyi korunmuş anıtı elbette Pantheon’dur. Hadrianus tarafından yapılan sonra kiliseye dönüştürülen anıt Roma'nın en güzel meydanlarından Piazza Rotonda yer alır. Dünyanın en büyük ve en meşhur kilisesi olan, yapımı 125 yıl süren Michelangelo'yu meşhur eden Pieta heykelinin de yer aldığı San Pietro’yu ziyaret etmeyi kubbesine çıkarak Roma’yı seyrettiğim için çok seviyorum. Bugün de yaptığım en güzel işlerden birisi bu oldu.

Roma’dan çıkışı da girişi gibi çok kolay. O nedenle Roma’yı çok seviyorum.

Gezgin sevgilerimle.

(Roma’ya çok gittim. Bu yazı Roma seyahatlerimden birisinde tuttuğum notlardan derlenmiştir. Roma ile ilgili bilgilere yer verdiğim I. Bölüm ile bu yazının ayrı bölümler olmasının daha anlamlı olacağını düşündüğüm için yazımı 2 bölüm halinde sizlere sundum.)

ROMANTİZMİ HİSSETTİREN ŞEHİRDİR ROMA (I)….

Charterla uçtuğumda ne kadar yorucu olursa olsun İstanbul’a otobüsle gitmek çok mantıklı gelir bana her zaman. Hem ekonomik olması hem de Esenler Otogarından metro ile Atatürk Havalimanına kolay bir şekilde ulaştığımdan bu yolu hep tercih etmişimdir. Her yazımda olduğu gibi önce ufak bilgilerle başlayayım. İstanbul’da uçağa binmeden saatlerinizi bir saat geri alın. Roma’ya eğer yazın gidecekseniz sizi çok bunaltıcı günlerin beklediğine hazır olun. Keza kış aylarında da sürekli yağan yağmura hazırlıklı olmalısınız. İtalya’ya gidebilmeniz için Schengen vizesi almanız gerekiyor. Yeşile vize gerekmiyor.
Roma'ya indikten sonra havaalanında görevlilerin pratikliğine şaşırırsınız. Çok kısa süre içerisinde pasaport işlemlerinizin bittiğine ve valizinizi aldığınıza tanıklık edersiniz.
Size tavsiyem Roma’yı yürüyerek gezin. Roma gezginler için bulunmaz bir şehirdir. Sokaklarından ve binalarından çok keyif alacağınız nadir yerlerden birisidir. Sokaklarında kaybolmanız mümkün olmamakla birlikte kaybolmayı denemelisiniz mutlaka.

Klasik bir başlangıç olsa da Roma’nın sembolü olan Colosseum ile başlamasam olmaz. Colosseum iki bin yıl ayakta kalmayı başarmıştır. Çok eskilerde eğlence için gladyatör ve hayvanların dövüştürüldüğü ve bu şekilde vahşi keyifler alındığı hepimizce bilinen Colosseum biz gezginler için gerçek bir görsel şölendir. Kendinizi yıllar öncesinde hissetmemeniz mümkün değildir.

Aşk Çeşmesi her zaman çok kalabalıktır. Binlerce turist dilek tutmaları bir yana buluşma yeri olarak burasını tercih eder. Burasının Roma’lılar içinde buluşma yeri olduğunu düşünürseniz ne kadar şenlikli bir yer olduğunu hayal edebilirsiniz. Çeşmenin etrafında dilek tutmak için para atanlar o kadar çoktur ki zaman zaman para atıp dilek tutmak için sıralar oluştuğunu bile görebilirsiniz. Burada dikkat etmeniz gereken tek şey çantalarınız ve cepleriniz olmalı. Kalabalık nedeniyle yankesicilere çarpılmamanız hemen hemen imkansız. Çok dikkat etmelisiniz.

İspanyol Merdivenleri esasında mermer bir merdiven ama Roma'nın özelliğine özellik katan yerlerden birisidir. Merdivenlerin yukarısından Roma'yı seyretmek oldukça keyiflidir. Yürürken yorulduğunuzda dinlenme yeri olarak burayı tercih edebilir ve merdiven basamaklarında oturarak dinlenebilirsiniz. Roma hristiyanlığın merkezi olması nedeniyle pek çok kiliseye de ev sahipliği yapmaktadır. "Michelango" tarafından yapılan "St. Peter Basilikası" büyüleyici bir görüntüye sahiptir.

Roma, Paris ve Prag gibi romantizm şehridir. Her yerde romantizmin izlerini bulmanız ve romantizm yaşamanız mümkündür. Romantizmi bu 3 Avrupa şehrinden hangisinde bulursunuz diye sorarsanız bana ben Roma derim. Romantizm olunca akla şarap gelir. Şarap deyince de yine aklınıza Roma ve Roma’lılar gelmeli. Roma’da her türlü zevke ve keseye uygun kaliteli şarap bulmak mümkündür. Şöyle bir düşünmenizi istiyorum. İzlediğiniz eski Roma’yı ve Romalıları anlatan filimleri. Aklınıza ne gelir. Benim aklıma büyük yemek masaları, testi şaraplar, özenle ve güzelce hazırlanmış sofralar, zevk,eğlence ve şölen geliyor. Aslında bu hatırladıklarım halen Romalıların sofra kültürü. Romalılar yemeklerini tam bir şölen havasında yemeyi seviyorlar. Masaları her zaman zevkle hazırlanmış bulmanız mümkündür.

Yurtdışı gezilerde gördüğüm yerler kadar yerel yemeklerin de benim için ne kadar önemli olduğunu bilirsiniz. Tarihte bilinen ilk yemek kitabının bir Roma’lı tarafından yazıldığını okuduğumda ne kadar sevindiğimi tahmin edebilirsiniz. Roma'da ya klasik restoranları ya da trattoriaları tercih edebilirsiniz. Trattorialar ev yemekleri sunulan aile işletmelerine verilen ad olup buralarda Romalılara özgü yemeklerin gerçek anlamda tadına bakabilirsiniz. Her ne kadar pizza denince akla Milano gelse de Roma’da da mutlaka pizza yemelisiniz. Tabi ki spagettiyi de ihmal etmemelisiniz. Roma’da bir akşam romantizmin doruklarına çıkalım derseniz önce şık bir restorana gidin ve bütçenize uygun bir şarap seçin derim.

Bu yazımı bitiriyorum. Yazımın devamı var. Umarım hoşunuza gitmiştir. Roma’nın devamında buluşmak üzere.

Gezgin selamlarımla.

Gezginler İçin Büyük Bir Hazinedir Ürdün...



Ürdün'e özel olarak gitmememe karşın her Sri Lanka seyahatim sonrası Amman 2 günümü ayırdığım bir şehir olmuştur. Gezginler için büyük bir hazine olduğuna tanık olmuşumdur hep bu ülkenin. Ürdün'de 2 günlük konaklamalarm esnasında da Amman merkezli olarak ülkeyi tanımaya ve keşfetmeye çalışmışımdır. Bayramlarda gitmemek için özel bir gayret sarf ederim Amman’a. Zira her bayram Amman ölü bir şehirdir. Yemek yiyecek bir lokanta bile bulamazsınız. 6 saatlik bir uçuş sonrası Colombo’dan Amman’a ulaşırsınız. Sri Lanka gezileri deniz mahsulleri sevmeyenler ve baharatlı yemek tercih etmeyenler bir eziyete dönüşür. Bu nedenle de Amman’a iner inmez her türlü yemeğe bir taarruz başlar. Mutfak kültürü olarak Güneydoğu Anadolu mutfağının aynısıdır Amman… Amman’a iner inmez Ürdün ile İsrail (Batı Şeria-Filistin) arasına sıkışmış Lut gölüne doğru yola çıkarım ilk önce. Burası dünyanın deniz seviyesine göre en alçak noktasıdır. Amman'a yaklaşık 120 km. uzaklıkta olan bu göle girmek bana çok keyif verir. Her mevsim girmenin mümkün olduğu Lut Gölünde batmak mümkün değildir. Ürdün'ün esasında en turistlik yeri Akabe’dir. Yolunuz düşerse mutlaka gitmelisiniz. Kızıldeniz kıyısındaki bu küçücük şehir İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan mozaiğidir. Akabe’ye gittiğinizde neredeyse iç içe girmiş olan Elat şehrine de uğramalısınız.

Ürdün'de çok fazla Roma dönemine ait eser bulunmaktadır. Benim ilgimi en çok Efes’e benzeyen Jerash çeker. Biri büyük biri küçük olmak üzere iki amfiteatrı bulunan ve bir Artemis tapınağı bulunan bu eseri kaçırmamalısınız. Petra'yı ilk kez görmeye giderken bir çok yazı okumuştu. Bunlardan birisi de İngiliz şairi J. W. Burgon'un "Neredeyse zamanın başlangıcı kadar eski, gül kırmızısı bir şehir" cümleleriydi. Bu sözleri ilk okuduğumda kıpkırmızı bekledim Petra’yı. Kırmızıdan çok somon rengi ile karşılaştığımda da hayal kırıklığına uğradığımı hatırlıyorum. Ürdün ile özdeşleşmiş ve Ürdün’ün en görkemli tarihi ve turistik mekanı olan Petra dünya çapında bir üne sahiptir. Haftalarca gezseniz doyamayacağınız Nebatiler döneminden kalan ve tamamı kayalara oyulmuş devasa anıt yapılar çok görkemlidir. Burada giriş noktasından başlayarak çok dinç olmaya bakmalısınız. Önünüzde uzun bir yürüyüş maratonu olacaktır. Burası aslında şehirden çok anıt mezarlıklardır. Şehirdeki evler topraktan yapıldığı için zaman içerisinde yok olmuştur.

Petra bizlere Nabataeanlar’den miras olarak kalmıştır. Ürdün'deki Arabah Vadisi'nin doğusunda, Akabe ile Kızıldeniz'in arasındaki yarık vadinin kontrolünü eline alan bu kavim deniz seviyesinden 914 metre yükseldikteki kayaların içinde yaşamışlardır. Bir zamanlar ev olan ancak bugün mezar olarak kabul edilen kalıntılarla örülü Petra Mısır ve Asur mimari tarzlarının etkisini taşıyan Nabataean süslemeleriyle dikkat çekmektedir. Petra ile ilgili olarak ansiklopedilerde; Petra, MÖ 106'da Roma İmparatorluğunun bir parçası haline geldiğinde, yıkanma yerleri, forumu, tiyatrosu ile Roma uygarlığının tüm öğelerine sahip oldu. Palmyra'nın yükselişiyle ticaret yolları değişti. Petra, meraklı yabancıları defetmede zorluk çekmeyen yerlilerin bildiği bir bölge halini aldı. Arapça'yı akıcı bir şekilde konuşan ve Müslüman gibi giyinen İsviçreli kaşif John Burckhardt 1812’de yerli bir rehberi, eski bir şehrin (Petra) yakınında olduğu söylenen bir mezarda kurban kesme konusunda ikna etti. Böylece Petra yeniden gündeme geldi. Rehber, Burckhardt’a Siq boyunca eşlik etti. Ziyaretçilerin bugün bölgeye ulaşmak için geçtiği kayalar içindeki dar ve derin yarık ve ön cephesi 27 metre genişliğinde, 40 metre yüksekliğinde olan binanın alımlı görüntüsüyle karşı karşıya geldi. Hazine (el-Kasneh) olarak kullanılan bina, tasarımı Nabataean tarzındansa klasik olduğu halde, Petra'daki belki de en ünlü kalıntı. Ön cephenin tepesindeki semaverin içinde, zamanında bir firavuna ait değerli eşyaların olduğu söyleniyor. Bölgeyi ziyaret eden eski turistler hazineyi bulmaya çalışmışlardı.” Bilgisi mevcuttur.Ben en çok hazine binasının arkasında, açık pembe renginde toprakla kaplı çok sayıda kaya mezarının bulunduğu vadiden etkilenmiştim. Yukarıda da söylediğim gibi özel olarak Ürdün’e gitmemem ve aktarmalı seyahatlerde bu ülkeyi tanımaya çalışmam nedeniyle halen tam gezdiğimi düşünmüyorum. Örneğin Petra’da mutlaka 1 hafta kalmam gerektiğini biliyorum.

Komşu Bize Artık Çok Yakın.



Eskiden Yunanistan’a gitmek bizlere yakın olmasına karşın çok uzaktı. İlk Yunanistan seyahatimi hatırlıyorum da ne zordu. Oysa şimdi çok kolay. Kipi Gümrük Kapısında(Kipa İpsala’nın karşısındaki Yunan sınır kapısının adı) Sorunsuz bir şekilde ve beklemeden sınırı aşıyorsunuz. Tavsiye ederim hepinize güzel bir macera için bu yolu tercih edebilirsiniz.
Bu yazımda size son Yunanistan seyahatimden bahsedeceğim. Yunanistan seyahatinde not defterimdeki not düşümlerini aynen aktarıyorum.

“Ankara’dan çıktık yola bu kez. Ankara’dan çıkınca yola elbette sınır İpsala’ya kadar bayağı yorgunluk oluyor. Gece yarısı biniyorsunuz otobüse sınırı geçip Kavala’ya ulaşmanız öğleden sonrayı buluyor. Bir çoklarınız gibi Kavala’ya varır varmaz kendimi salaş ve yıllardır gittiğim lokantaya atıyorum. Menü hazır aslında. Zeytinyağlı sarma, cacık, salata, kavun,kalamar ve balık. Bizim damak tadımızda ve harika. Sevimli garsonlarla Türkçe sohbette cabası. Oceanis Hotel 3 * Hem merkezi olması, hem temizliği nedeniyle hep tercih ettiğim otel. Aslında Türkiye’den gelen tüm gruplarında tercihlerinde birinci sırada.

Kavala’da günlerce kalmak sıkabilir insanı. O nedenle 1 gece bana göre uygun bir süre. Sabah mutlaka şehri yürüyerek keşfetmelisiniz. Imaret-Kavalalı Mehmet Ali Pasa Heykeli ve Evi Kavala’da göreceğiz yerler.

Sabah otobüsümüzle Atina’ya doğru yola çıkıyoruz. Yolumuz uzun ve zor. Ama alışıyorsunuz bir süre sonra. Üstelik Rehberimiz Jano Arabiyano olunca yol hiç bitmesin ve Jano hiç susmasın diyorsunuz. Akşam üzeri Atina’dayız. Atina her zaman hem bana çok uzak hem de yakın bir kent olmuştur. Otele yerleşmenin ardından doğruca “Plaka” dayız. Taverna’da bu kez kendimizi Yunan müziği eşliğinde yine bizle çok benzerlik taşıyan nefis Yunan mutfağına teslim ediyoruz. Havanın sıcaklığına karşın yemeklerin ve müziğin güzelliği karşısında hiç birimizin sesi çıkmıyor. Mutluyuz hepimiz.

Sabah hep birlikte şehir turuna katılıyoruz. Acropolis, Agora, Zeus Tapınağı, Parlemento Binası, Syntagma ve Omonıa Alanları ile Panathenrian Stadyumunu görüyoruz. Öğleden sonra Korint Kanalı turuna katılmak çok keyifli. Her zaman söylüyorum. Korint Kanalını ister denizden geçerek ister tepeden seyrederek yaşayın çok keyiflidir. Akşam bu kez Pire’de MIKRO LIMAN’ındayız. Bu limana Türk Limanı da diyorlar. Yemekte kalamar ve balığa doyamıyoruz. Gece doğruca otelde odalarımıza geçiyoruz. Atina’da ki otelimiz 4 * President Otel. Sıkıntı yaşatmadı bugüne kadar. Merkezi ve temiz bir kongre oteli.

Sabah erkenden Selanik’e yola çıkıyoruz. Varışımızın ardından kendimizi Ladanika’ya attık. Gören de bunlar sadece yemek yemek için geldi diyecekler ama Ladanika benim en sevdiğim yer. Menümü yine ben seçtim. Kalamar,salata ve balık.

Gece Grand Palace’da konakladık. Yunanistan’da sevdiğim en güzel otel burası. Gece Selanik’i seyretmek çok güzel.

Sabah kahvaltısından sonra şehir turundayız. Ulu Önderin evinin ziyareti yine duygu yükledi hepimize. Aya Dimitri Kilisesi, Sahil Şeridi, Fuar Alanı ve Döner Kule ile Beyaz Kuleyi gördükten sonra Türkiye’ye doğru yola çıktık. Seyahatin en güzel ve önemli bölgesi olan bir çok kişinin gözden kaçırdığı İskeçe ve Dedeağaç’ı göreceğim yine. Vakit olursa kahvelerde bizimkilerle sohbet ederim.

Yolculuk tüm herkes gibi beni de çok yordu. Gece geç saatlerde İstanbul’dayız. Sabaha karşı ise Ankara’da olacağız.”

Son Yunanistan seyahatinde güncemi sizinle paylaştım. Aslında bir süre önce Binrota olarak nereye gidelim diye bir başlık açılmıştı ya. Hepinize uygun bir bütçe ile çıkabileceği ve zevk alacağınız bir seyahat olacağı için tavsiye ederim bu güzergahı.


Gezgin sevgilerimle.

KISKANMAKTA HAKSIZMIYIM?


Merhabalar,

Bir önceki yazım “St. Petersburg’ta Marinski Balesinde Temsil İzleme Keyfim…” de de belirttiğim gibi Binrota’da bulunan St. Petersburg yazıları o kadar güzel ve dolu ki. O nedenle St.Petersburg’la ilgili yazacağım yazıda bu şehirle özdeşleşmiş bale ve Hermitaje üzerine yazmaya karar vermiş ve ilk yazım olan “St. Petersburg’ta Marinski Balesinde Temsil İzleme Keyfim…” i sizlerin beğenisine sunmuştum.

Bu yazımda sizlere Hermitaje’dan bahsetmek istiyorum. Anlatırken de kıskançlığımı haykırmama anlayış göstereceğinize inanıyorum.

“Müze sanatın mezarıdır.” derler. Hermitaje Mezarlığı beş bölümden oluşur. Mutlaka ve mutlaka rehber eşliğinde gezmenizi öneririm. Yoksa garanti veriyorum kaybolursunuz ve vaktinizi boşa harcarsınız. Hermitaje’ın her odasında bulunan ve uyuduğunuzu düşündüğünüz yaşlı kadınlar sizi sürekli izlerler. Matisse, Rodin, Rubens, Monet, Leonardo Da Vinci, Michelangelo. Çin, Mısır, Mezopotamya, Eski Yunan, Roma ve çağdaş sanata dair her şeyi bulacağınız bu mezarlıkta müzenin dışının da ayrı güzel olduğunu hiç unutmamanızı hatırlatırım sizlere. Çariçe 2. Katerina Kışlık Sarayı’nın yanına sanat eserlerini korumak için bir bina yaptırdığında yıl 1764’müş. Kışlık saray ile de birleşerek devasa bir yer olmuş Hermitaje.Hermitaje’ın Kışlık Saray, Küçük Hermitage, Büyük Hermitage, Hermitage Tiyatrosu gibi bölümleri bulunmaktadır. 1057 oda ve 400 salonu barındırı içerisinde bu görkemli bina. Louvre, British Museum, Metropolitan başta olmak üzere bir çok ülkede bulunan müzeleri gezdim. Ama inanın gezdiklerim arasında Hermitage gibisini bulamadım. Bu müzeye gittiğinizde, özellikle hafta sonu gittiğinizde içinizi bir kıskançlık kaplayacaktır. Şık giyimli Rus Hanımların ve Beylerin küçük yaşlardaki çocuklarıyla beraber saatlerce müze odalarında sanat keyfi yaptıklarına tanıklık edersiniz. Bu beni çok kıskandırır. Hele 30 yaşında bir şehirli St. Petersburg’lunun en az 20 kez bu müzeyi ziyaret ettiğini duyduğumda kıskançlığım iyice artar. Aynı yaştaki Petersburg Köylüsünün ise 3 kez gittiğini ilk duyduğumda hayret etmiş ve düşünmüştüm. Bizde acaba kaçımız yaşadığımız şehirde kaç müzeye kaç kere gittik diye…

Sanatta ileri ülkelerin neden ilerlediklerini sanata ve sanatçıya bakış açılarıyla daha iyi fark edebilirsiniz.Yukarıda bahsettiğim ve hafta sonu müze ziyaretinde göreceğiniz olayları hafta içi gideceğim ve kaçıracağım diye düşünüp üzülmeyin. Hafta içi sizi başka bir tablo beklemektedir Hermitage odalarında. Her odada 5-7, 8-11, 12-15 yaş grubunda olan çocukları başlarında öğretmenleri olmak üzere ve yerlerde otururken görürsünüz. O kadar konsantre olmuşlardır ki yanlarından geçerken sizi fark etmezler bile.

Yaklaşık 3 milyon sanat eseri bulunan bu müzede her bir sanat eserine bir dakikanızı ayırsanız Hermitaj’da 3.000.000 dakikanız geçer. 3.000.000 dakika 50.000 saattir. 50.000 saat 2083 gündür. 2083 gün 69 aydır. 69 ay ise 5 yıl 9 aydır. İşte St. Petersburg’luların hangi nedenle en az 20 kez bu müzeyi gezdiklerine basit bir cevap. Ben 6 kez gittim ama halen gezdim diyemiyorum. Öğrendiğim bir bilgiyi daha sizinle paylaşayım. Müze en çok tablo koleksiyonu bulunması nedeniyle Guinnes rekorlar kitabında yer almaktaymış.

Dünyanın en büyük müzesi olan Hermitage Müzesi'nin soyulduğunu okuduğumda şaşırmamıştım. Zira Louvre, British Museum, Metropolitan Müzelerindeki korumanın hiç birisinin burada göremezsiniz ve ben her gittiğimde hayret nasıl soyulmuyor diye sorardım kendi kendime. 2006 yılında okuduğum bir gazetede soyulduğunu öğrendim. Ama dediğim gibi şaşırmadım. Müze yetkilileri çalınan 220 parça eserin değerinin yaklaşık 5 milyon dolar olduğunu,hırsızlığın uzun yıllara, hatta polise göre yaklaşık 30 yıla yayıldığını, çalınan parçalar arasında çoğunlukla mücevherler ve mineli süs eşyalarının olduğu açıklamışlardı. Hermitaje’ın uzun yıllara dayalı olarak soyulması korumaların azlığını aklıma getirdi. Ama yazının devamı daha da ilginçti. Çalınan eserlerin büyük bölümünden sorumlu olan küratörün envanteri kontrol ettiği sırada, işyerinde aniden öldüğü açıklanmıştı gazetede. Ancak kimliği ve nasıl öldüğü konusunda bilgi verilmiyordu. Müze yetkilileri hırsızlıklarda çalışanlarının da parmağı olduğunu açıklamışlardı. Yine habere göre Rusya’da halk Rusya'daki müzeciliğin acilen reforma tabi tutulmasını istiyordu.Cennet ülkemin müzelerini düşündürmek için aldım bu yazıyı esasen kaleme. Umarım benim ülkemin çocukları da Müzelerde saatlerce yerlerde oturarak konsantre olmuş bir vaziyette sanat eserlerini solurlar ve ben oradan yanlarından geçerken ne kadar şirinlik yaparsam yapayım beni fark etmezler.


Gezgin sevgilerimle….

St. Petersburg’ta Marinski Balesinde Temsil İzleme Keyfim…


St. Petersburg yazıları o kadar güzel ve dolu ki. O nedenle St.Petersburg’la ilgili yazacağım yazıda bu şehirle özdeşleşmiş Marinski Balesi ve Hermitaje üzerine yazmaya karar verdim.

İki yazı yazacağım. Bu yazılarda St. Petersbug’la ilgili iki önemli kavramı bulacağız. İlk yazımda bu çok sevdiğim şehirde balenin önemi üzerine bir şeyler yazayım dedim. İkinci yazım ise Hermitaje üzerine olacak.

St. Petersburg 18. yüzyılda Çar I. Pedro tarafından kurulmuş, günümüzde UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine alınmış, kanallarla örülü, mimari yapısı ve Hermitage Müzesi'nin eşsiz kolleksiyonlarıyla çok önemli konuma sahip bir şehirdir. Sanat severler için bir önemi daha vardır St. Petersburg’un o da Marinski Bale ve Tiyatrosudur.

Bende St. Petersburg'a gitmeden ve bu konuya merak salmadan bir çokları gibi bale denince Rusya’yı ve Bolşov’u aklıma getirirdim.

St. Petersburg’ta Marinski Balesini izleme fırsatını her gittiğimde yakalamaya çalıştım ve bugüne kadar Giselle, Kuğu Gölü, Fındıkkıran, Bayadere ve Don Kişot gibi klasikleri izleme şansım oldu. Hatta hiç unutmam ertesi gün Türkiye’ye dönüyorum ve akşam ki temsilde Fındıkkıran için yer yok. Her yolu denedim. Mümkün değil. Gündüz temsillerinde de yer yok(Dikkatinizi çekerim. Fındıkkıran ve günde 3 temsilden bahsediyorum.) Son çare dediler. Gündüz temsillerinde size sandalyede yer vereceğiz. Tamam dedim ve hayatımın en zevkli temsillerinden birini yaş ortalaması 10 olan St. Petersburg’lularla seyrettim.

Birçokları gibi bende bale denildiğinde S.S.C.B’ ni ve Bolşov Balesini aklıma getirirdim. Aslında doğru sayılırdı. Bale 18. yüzyılın ikinci yarısında ulaşmış Rusya’ya. Ama bale Moskova’da değil St.Petersburg’da Petipa ve Saint-Leon’la hayat bularak gelişmiş ve bugün hala sahnelenen Uyuyan Güzel, Fındıkkıran ve Kuğu Gölü gibi tanınmış eserler buradan tüm dünyaya yayılmıştır. Ayrıca balenin ilk bulunduğu sıralarda ıloy binte pointi kendi elleriyle yapmıştır.Esasında St. Petersburg baleyi büyük bir sanat yapmayı başarmıştır. Zira, kendine has bale ekolüne sahip ender bale okullarından biri olan St.Petersburg Bale Tiyatrosu, iki asırlık klasik bale geleneklerine bağlı kalarak, dünyanın en seçkin bale okulları arasına girmeyi başarmıştır.

Petersburg’un tüm balelerin galalarının yapıldığı Marinski Tiyatrosu Bolşov Tiyatrosu gibi bilinmemektedir Ama 1860’da Albert Kavos tarafından inşa edilen tiyatro adını Çar II. Aleksandr’ın eşi Maria’dan almıştır. 1935’de Sovyet döneminin belirgin politik şahsiyetlerinden biri olan Kirov’un anısına ismi değiştirilerek ‘Kirov Balesi’ olarak anılmaya başlanmıştır. 1992’de ise tekrar Marinski ismini geri almıştır.

XIX yüzyılın sonlarında Marinski Tiyatrosu’nda sürekli çalışan iki yüzün üzerine dansçıya sahipmiş ve İmparatorluk Bale Okulu’nun her mezunu bale grubuna dahil edilir ama bunlardan yalnızca birkaçı Coryphee, Sujet, Prima Balerina ve on basamak olan Prima Absoluta olabilirmiş ve bu üst grubun çalıştıkları 20 yıl boyunca tüm masrafları çar tarafından karşılanır, ardından ise emeklilik maaşı bağlanırmış. Balenin dansçıları sık sık çarlık balolarına ve davetlerine çağrılır, gözde dansçılara hayranları ve çarlık ailesi tarafından değerli hediyeler verilirmiş.

1996 yılında ‘Don Kişot’, Bir Delinin Düşleri’ ve 1999 yılında ise ‘Red Giselle: Bir Balerinin Öyküsü’ adlı gösterilerle ülkemize gelen bale topluluğuna ‘Uçan Balerinler’ adı yakıştırılmıştır. ‘Kuğu Gölü’, ‘Uyuyan Güzel’, ‘Fındıkkıran’, ‘Giselle’ gibi klasik yapıtların dünya prömiyeri, bizzat burada gerçekleşmiştir.

İşte bu kadar önemlidir bale St. Petersburg için. Peki St. Petersbug’lular nasıl bakarlar baleye. Esasında çağdaşlaşmanın en önemli kriteri sanata bakıştır. St. Petersburg’lu için bale izlemek çok önemlidir. Giselle, Kuğu Gölü, Fındıkkıran, Uyuyan Güzel, Bayadere ve Don Kişot’u izlemeyen St. Petersburg’lunun olmadığını, St. Petersburg köylülerinin bile her senede 2-3 bale izlediklerini bende orada öğrenince bu satırları okuyan sizler gibi hayrete düştüm.

Biz Türklerin deli Petro dediği Çar I. Petro St. Petersburg’lu bayanların bale izlemeye ilgi duymaları için müzelerde de yaptığı gibi bale gösterisinin öncesi ve sonrası çay, pasta ikramında bulundururmuş, aynı uygulamayı erkeklerin gelmesi için votka ikram ederek yapmış, bir süre sonra katılım o kadar fazlalaşmış ki halk temsillere katılabilmek ve izleyebilmek için aylar öncesinden isim yazdırmaya başlamış, Hatta bir ara 1 kez seyredeni yoğun talep nedeniyle 2. kez aynı gösteriye kabul etmemeye başlamışlar. Bunun sonucunda halk baleyi benimserken iyi birer izleyici ve yorumcu olmuş. Bugün halen çok küçük yaşlardan itibaren temsilleri izlemeye başlayan halk iyi birer eleştirmendir St. Petersburg’da.

Bale sanatının ve bale izlemenin kalesi kabul ettiğim St. Petersburg’un benim için ayrı bir önemi daha vardır. Bu şehirde dünyanın en büyük sanat müzesi olan Hermitaje bulunmaktadır. Hermitaje’da buluşmak üzere…

Gezgin sevgilerimle...

Brüksel'de Kısa Bir Gezinti...


Merhabalar,

Bu yazımda sizleri gezginlerin uçak fiyatının ucuzluğu nedeniyle seyahatlerinde ilk veya son durak olarak kullandıkları Brüksel’e götürmek istiyorum.

Ankara’dan Brüksel’e Türk Hava Yollarının direk seferi var. Bu elbette biz Ankara’lılar için büyük avantaj. Sabah saat 04.10 da bindiniz mi yerel saatle 07.10 da Brüksel’desiniz.

Önce size Belçika ile ilgili kısa bilgiler vereyim. Para birimi Euro’dur. Fransızca, Flamanca ve Almanca konuşulur. Batı rüzgarlarına açık okyanus iklimi hakim olduğundan gri bulutlar neredeyse dört mevsim tepenizdedir. Sıcaklık baharda 10 derece civarındadır. Kış aylarında ise sıfırın altındadır. Şemsiyenizi yanınızdan ayırmamanızı öneririm. Öte yandan hava her an değişebileceğinden her havaya uyum sağlayabilecek hafif giysiler seçmeniz yararlı olur. Brüksel’de yaya trafiği rahattır. Brüksel Metrosu pek güvenli değildir. Çantalarınıza dikkat etmeniz gerekir.

Düşünün Avrupa Birliğini duyduğunuzda ilk aklınıza gelen nedir? Diye. Çoğunuzun cevabı eminim Brüksel’dir. Belçika’nın başkenti Brüksel, Avrupa Birliği’nin 3 ana kurumu olan AB Komisyonu, AB Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosundan ilk ikisinin resmi organlarının büyük çoğunluğu Brüksel'de yerleşiktir. Sonuncusu Avrupa Parlamentosu ise Strazburg ile dönüşümlü olarak Brüksel'de çalışmalarını yürütmektedir. Bunlara bağlı ve bunlarla ilgili irili ufaklı yüzlerce kuruluş da dikkate alındığında Brüksel bu sebeplerden, AB veya Avrupa başkenti olarak gösterilir. Ayrıca NATO Merkez Karargahı da Brüksel’dedir.

6. yüzyıl başlarında kurulan Brüksel ismini bataklıklardan almıştır. Buraya yerleşen zanaatçılar ve tüccarlar bölgeye BRUOCSELLA adını vermişlerdir("bataklıklar içindeki yerleşim" anlamına gelen). İsim değişerek günümüzde Brüksel olmuştur.

Brüksel, 1830'da resmen Belçika Krallığı'nın başkenti olmuştur. 1971'deki anayasa değişikliğiyle ülke yönetsel olarak üç ayrı bölgeye ayrılmıştır. Flamanca konuşulan FLANDRE, Fransızca konuşulan VALON Bölgesi ve her iki dilin de konuşulduğu BRÜKSEL.

Avrupa'nın çeşitli yerlerinden aldığı göçlerle ülkenin nüfusu on milyona yaklaşmıştır.

Brüksel Havaalanı oldukça büyük bu nedenle dikkatli olmanızı öneriyorum. Özellikle kalabalıksanız 2-3 kişinin kaybolacağına garanti verebilirim. Turlara iştirak ederek giderseniz Brüksel’e Kraliyet Sarayı, Çin ve Japon Evleri, Grand Place, Magna Capice, Borsa Binası, Atomium ve Heysel Stadyumuna götürürler sizleri. Uykusuzluk ve yorgunlukla aslında işkence gelir bu tur size. Brüksel’i gezerken caddelerde göreceğiniz çöpler ve trafik "tanıdık" bir yerde olduğumuzu düşündürür bizlere. Çöpler her yerdedir Brüksel’de.

Brüksel’e gelmişken mutlaka görün ve görmeden gelmeyin şeklinde önerilerde bulunursam ukalalık olarak düşünmeyin lütfen.

Otomobil tarihinin dünü ve bugününü göreceğiniz AUTO WORLD müzesinde araçlardaki 100 yıllık gelişimin her anına tanıklık etmeniz mümkündür.

Ünlü restorantları, alışveriş merkezleri ve ortaçağdan kalma göz alıcı yapılarıyla şehrin can damarı olan Grand Palace gündüz ve gece vazgeçemeyeceğiniz bir cennetti. Belli dönemlerde burada kurulan devasa çiçek halısı (FLOWER CARPET) bu mekanı daha da ilgi çekici kılmaktadır. Normal günlerde ise burası kurulan Çiçek Pazarı ile renklenmektedir. Fotoğrafçılar için bulunmaz bir cennet olan Grand Place’da bitişik nizamda yapılmış onlarca bina vardır. Çoğu meslek loncaları için kurulmuş bu binalar daha çok sarayları anımsatmaktadır. Bunlardan bazıları ise : ( LA LOUVE: Anıtlar ve heykellerle donatılmış okçu loncasıdır. MARC DE VOS tarafından binaya eklenen dört heykel; doğruluk, yalan, kargaşa ve barış barışı sembolize etmektedir. LE RENARD: VON NERUM ve MARC DE VOS'un ortak çalışması olan terzi loncasıdır. LE COMET: Antoine Pastorana'nın 1698'de inşa ettiği kayıkçılar birliğidir. LE PIGEON: 1852'de VICTOR HUGO'ya da ev sahipliği yapmış ressamlar odası. HOTEL DE VILLE: Grand Place meydanında yer alan binalardan en gösterişlisidir. Burası Belediye Binasıdır. Binanın sol tarafı 1402'de JACQUES VAN THIENEN adlı bir mimar tarafından yapılmıştır. Sağ tarafının 1444'de ismi meçhul biri tarafından inşa edildiği sanılmaktadır. MANNEKEN-PIS: 1619 yılında JEROME DUQUESNOY tarafından yapılmış işeyen çocuk çeşmesidir. Belçikalıların en eski hemşehrilerinden olan Manneken-pis'e ilişkin sayısız efsane vardır. İşte benim duduğum... Zengin bir şehirli ulusal şenlikler sırasında tek ve biricik oğlunu kaybeder. Çocuk beş gün sonra Rue de l'Etuve'ün köşesinde bu halde bulunur! Sonra da bu köşeye olayı sembolize eden bronz bir heykel dikilir. Başka bir hikaye ise şehri yanmaktan kurtaran cesur bir çocuğa işaret etmektedir.)

. 102 metrelik atom çekirdeği ATOMIUM şaşırtıcıdır. Kuzeydedir ve Brüksel’in dışındadır. Aynı zamanda çevresine kurulan EU Köyü, 26 sinema salonu ve Dünya Ticaretinin nabzı sayılan TRADE MART ile de önemlidir. Metro ile HAZEL Durağına gidip, on dakikalık bir yürüyüşle ATOMIUM'a ulaşabilirsiniz.

Müzik aletleri müzesi MIM MUSEE Des INSTRUMENTS De MUSIQUE’nun hemen yanında bulunan bina Müzik Akademisidir. Burada her yıl QUEEN ELIZABETH müzik yarışması düzenlenmektedir.

Doğa tarihi müzesi MUSEUM Des SCIENCES NATURELLES’da biyolojiden ekolojiye kadar farklı bilim dallarında birbirinden ilginç eserler bulunmaktadır.

25.000 kitaplık bir koleksiyon, eski savaş aletleri ve bayrakların bulunduğu MUSEE DE L'ARMEE meraklıları için güzel bir Askeri Müzedir.

Brüksel’de Çinliler ve Japonlarca hediye edilen karşılıklı iki yapı bulunmaktadır. CHINESE PAVILLION & JAPANESE TOWER’u mutlaka görün ve uzunca vakit ayırın.

Arkeoloji kalıntıları, antikalar, plastik sanatlara ait eserler, Roma dönemi mücevherleri, Mısır hazineleri ile sayısız tablonun sergilendiği KRALİYET GÜZEL SANATLAR MÜZESİ’ de görmeniz gereken bir müzedir.

Girişi ücretsiz olan ve Waterloo Savaşına ait gizli belgeler ile savaşta kullanılmış mühimmat ve üniformaların yer aldığı WELLINGTON MÜZESİ’ni de kaçırmamanızı öneririm.

Grand Place'de yer alan BİRA MÜZESİ’ si ünlü Belçika Biralarının tarihine ışık tutmaktadır. Ülkede 500'den fazla bira çeşidi vardır. Halk arasında ise bu sayı üç grupta toplanmıştır.

FRUIT BEAR : (Grisk) Alkol oranı çok düşük olan meyva biraları.

NORMAL BEAR: Tipik Belçika biraları. En yaygını JUPILER...

STRONG BEAR: (DEVIL BEAR) Oldukça serttir.

16. yüzyıl başlarına kadar uzanan dantel geleneğinin örneklerini MUSEE Des COSTUMES et DANTELLES ‘da bulabilirsiniz.Belçika finansının kilit yeri olan 43 Metre uzunluğunda ve 37 metre genişliğindeki BORSA BİNASI. nı mutlaka görmelisiniz.

69 metre yüksekliğindeki ST MICHEL KATEDRALİ ni de görmelisiniz. Bu roman ve gotik tarzının en iyi temsilcisidir.Mimar HENRI BEYAERT tarafından planlanmış ve parkı çevreleyen 48 heykelden her birisinin Belçika'nın ulusal kahramanlarını ifade ettiği SQUARE DU PETIT SABLON ve bu alanda bulunan Antikacılar Sokağı hafta sonları ülkenin dört bir yanından gelen meraklıları ağırlamakla beraber eski Antika Pazarını görenler için hayal kırıklığı yaratmaktadır.

Kraliyet Sarayını ve 26.000 metre karelik binası ile aynı zamanda Avrupa'nın en geniş yapısı olan Adalet Sarayını da mutlaka görmelisiniz.

Peki sevgili dostlar bu kadar geziyoruz ne yiyelim ve içelim diyeceksiniz. Yanıtı kısa ve öz. Kaldığınız sürece her gün patates kızartması, midye,waffle yemelisiniz.

Gezgin sevgilerimle…

BİR BAŞKA GÜZELDİR DALMAÇYA KIYILARI…(III)

3 Temmuz 2008
Kaptanın Seyir Defteri
Bu sabah Sırbistan’dan yeni ayrılan 684.800 nüfuslu Karadağ’ın Kotor Limanındayız. Kotor bir ortaçağ şehri görünümünde. Denizci ve kaptanlar şehri adeta. Otobüsler bizi dar yollardan 800 metre yukarı çıkardı.
Manzara mükemmel. Aşağı baktığımızda tüm yolların M harfi gibi olduğunu gördük. Bunun sebebi çok ilginç Yolu Avusturya’lı işçiler yapmış. İşçiler Kral Nikolay’ın karısına aşıkmış. Ve tahmin edeceğiniz gibi Kraliçenin adı M ile başlıyormuş. Tepede bir köyde durduk. Burada köy ekmeği, keçi peyniri yedik ve şarap içtik.
Manzarayı söylememe gerek yok sanırım. Kral Nikolay’ın Sarayını ziyaret sonrası manzaraya doya doya aşağıya indik. Karadağ Sırbistan’dan ayrıldıktan sonra kendisine gelmiş bana göre. Çok güzel sahilleri var. Her tarafı dağlarla kaplı. Montenegro’nun anlamı Karadağ demek. Dağın uç kısımları denizle kaplı.
Yarım günlük Montenegro turumuzu tamamlayıp gemimize döndük.Bu akşam Kaptanın Veda Yemeği var. Güzel bir galadan sonra odama geçtim. Çok yorgun olduğunuzu yatağa uzandığınızda daha iyi anlıyorsunuz. 4 Temmuz 2008 Tüm gün ve gece denizdeyiz.
Artık dönüyoruz. Bugünün en önemli olayı 18.00-19.00 arasında geçeceğimiz KORİNT KANALI. Korint kanalını geçişimiz yine mükemmeldi. Bol bol resim çektim. Gece bavulumu yerleştirip kapıya koydum. (Bavulunuz görevliler tarafından gemi dışına çıkarılıyor) Sabah kahvaltı sonrası İzmir’i seyretmeye başladım. Limana yanaştığımızda saat sabah 10 du. Pasaport kontrolünden sonra bavulumu alıp havaalanına hareket ettim.
Güzel bir yolculuk daha bitti.

BİR BAŞKA GÜZELDİR DALMAÇYA KIYILARI…(II)

1 Temmuz 2008

Kaptanın Seyir Defteri…

Bugün yeniden karaya çıkıyoruz…

Sabah erkenden kalkmamın en önemli nedeni geminin 06.00 da Dubrovnik’e yanaşacak olması. Dubrovnik çok heyecan verici ve keyifli bir şehir. Hatta daha ileri gideyim dünyanın en güzel şehirlerinden birisidir bana göre… Her gezginin mutlaka görmesi gerekir bence. UNESCO'nun "Dünya Kültür Mirası Listesi" nde bulunan Dubrovnik şehir turu benim için başlı başına bir macera olacak. Amacım 12 kilometrelik bir surla çevrilen Dubrovnik'in çevresini dolaşmak. İlk önce şehrin en geniş ve işlek caddesi olan Stradun Caddesi'nde yürüdüm.Ardından caddenin iki yanında bulunan klasik dönem yapılarından Onoforius Çeşmelerini, Barok dönem eserlerinden Saat Kulesi'ni, bir dönem belediye binası olarak kullanılan Sponza Sarayı ve çeşmesini, İvan Gunduliç Meydanı'nda bulunan Riznica Katedralini, Ortaçağ'da inşa edilmiş Dominiken Manastırı'nı ve Avrupa'nın üçüncü en eski eczanesinin de yer aldığı Fransisken Manastırı'nı keşfettim.

Belki inanmayacaksınız ama Dubrovnik Lavanta kokuyor. Dubrovnik güzel bir şehir. Çok fazla plajı var. Kısmet bugüne imiş. Adriyatikte de deniz girdin be Abidin… Şehrin eski şehir bölümü büyük, etrafı iki sıra yüksek surlarla çevrili. Old Town’ın ana caddesinin etrafında 3-4 katlı binalar ile kiliseler var. Ana caddelerden yukarılara doğru dar sokaklar çıkıyor. Buralardaki otel ve restoranlar çok ilgimi çekti. Dubrovnik çok kalabalık. Fiyatlar çok yüksek. Çok sayıda motorsiklet var. Çok hızlı kullanılıyor.

Dubrovnik bana Siena ve Lucca’yı hatırlattı. Kalenin dışında Arsenal isimli restoranta giderek balığımı yedim. Sonra tekne ile Dubrovnik’i denizden seyrettim. Eski şehir tam bir orta çağ şehri.
Vakit geldi. Güzel olan her şeyin bittiği gibi. Gemiye binme vakti geldi. Birazdan demir alacağız ve Korcula’ya doğru yola çıkacağız. Saat 18.00 da Korcula’da olmamız bekleniyor.

Korcula’ya vardığımızda minyatür Dubbrovnik’e geldiğimizi sandım. Her yer sörfçülerle dolu. Marco Polo bu gizemli topraklarda doğmuş. Karaya çıkınca ilk önce Marco Polo’nun evine gittim. Korcula’da burasının Yunan Adalarından çok daha güzel olduğunu düşündüm. Bana göre Hırvatlar Yunanlılar kadar reklam yapamamışlar. Biraz reklam yapsalar herhalde daha fazla turist çekebilirler. Burada kesinlikle sıkılmadan 2-3 gün geçirilebilir. İlk fırsatta yine gelmeliyim diye düşündüm. Dalmaçya Kıyıları çok güzel. 5000 km. yi aşan sahil şeridi var Hırvatistan’ın. Ön sezilerime güvenin 5 yıla kadar Hırvatlar bizi turizmde sollarlar.

Günün batışını adada seyrettim. Akşam yemeğinde tercihim yine balıktı. Yarın sabah Split’de olacağız. Split’i de ilk kez göreceğim.

2 Temmuz 2008

Kalktığımda Split Limanındaydım. Split oldukça gelişmiş bir şehir. Split yıllar öncesinden Kış Olimpiyatları döneminde hafızama kazınmış bir yer. Televizyonda spiker Yugoslavya’nın en güzel şehri diye anlatılmıştı. Onu hatırladım birden. Tipik bir liman kenti. Gelişmiş ve modern. Limandaki feribotları Yunanistan’da bile görmedim. Anlaşılan Yunanlılara denizcilikte biz rakip olamadık ama Hırvatlar en kuvvetli aday.

Split’ten otobüslere binerek Bosna-Hersek sınırına hareket ettik. 1,5 saat sonra sınırdaydık. Orada bizi bir sürpriz karşıladı. Seyahatin başından itibaren beyaz Ceyar şapkası takan ve aynı şort, t-shirt dolaşan 65-70 yaşlarındaki fotoğraf tutkunu amcamız pasaportunu unuttuğu için sınır dışına çıkarılmadı ve Hırvat polisi taksi ile onu Split’e geri gönderdi. Sınırdan geçtikten 1 saat sonra Mostar’a ulaştık. Anne tarafından dedelerimin yaşadığı, nefes aldığı topraklarda olmak beni çok heyecanlandırdı. Ancak, her yer halen 10-12 yıl önce biten savaşın izlerini taşıyordu.Apartmanlar mermi delikleriyle doluydu. Binalar top mermileriyle açılan kocaman delikleri olduğu halde yeni hayatların sürmesine izin veriyorlardı. Mostar Köprüsünü geçerek yemek yiyeceğimiz restorana geldik. Burada salata, çöp şiş, İnegöl köfteye benzer bir köfte ile güzel bir tatlı yedik. Türk evini gezdikten sonra deliler gibi Mostar sokaklarında dolaştım. Dönüş yoluna çıkmadan tanık olduğum bir olayı anlatmadan edemeyeceğim. Eskiden delikanlılar evlenecekleri kadına kahramanlıklarını göstermek için 25 metre yükseklikteki Mostar Köprüsünden dereye atlarlarmış. Şimdi delikanlılar yine atlıyorlar. Ama sevdikleri kadın için değil 10 € için atlıyorlar. Dünyanın neresine giderseniz gidin para kazanmak için insanoğlunun yapamayacağı şey yok. Mostar’da dar ve karekteristik sokaklarda irili ve ufaklı birbirinden özel ve şirin mağazalar var. Balkonu tahtadan evlere hayran kaldım.

Mostar aslında doğuyla batının flörtünün aşka dönüştüğü nokta… Ufacık pansiyonlar çok şirin.İmkanım olsa burada 1-2 gece kalmak isterim.

Dönüşte Split’e Dalmaçya’nın nazlı prensi prensi diye boşuna demediklerini şehri gezince anlıyorsunuz. St. Duje Katedrali, Jupiter ve Venus tapınakları dışında bir yer görmek vakit darlığı nedeniyle mümkün olmadı. Ama nazlı prens denmesinin nedenini ben anladım. Hele limandan gün batımını seyrederken Split’in başka bir güzelliğine tanıklık ediyorsunuz.
Gemide yemeğim yine balıktı. Yanında Avakadolu Karides ile salata avrdı. Hiç pişman değilim her gün balık yediğime. Kalan günlerde de balık yiyeceğim.

Yarın sabah Kotor ve Montenegro turu var. Sabah 06.30 da kalkılacak. Adriyatik Kıyılarının Yunan Kıyılarından daha güzel olduğunu düşünerek uyuyorum.

Bugünün notu, Bosna-Hersek topraklarında olmak, Mostar sokaklarında yürümek güzeldi. Split’i ve Mostar’ıarasına Dubrovnik’i de katacak şekilde bir daha görmek isterim.

BİR BAŞKA GÜZELDİR DALMAÇYA KIYILARI…(I)

Merhaba,Bu yazımda beraberce İzmir’den Split’e kadar gemi ile gidip döneceğiz. Yolculuğum esnasında yaşadıklarımı, gördüklerimi, gemi seyahatinde karşılaşacaklarınızı bulacaksınız bu yazımda… Diğer yazılarımdan farklı olarak da seyahatte tuttuğum günlüğümü paylaşacağım sizlerle…

29 Haziran 2008

Sabah Pegasus Hava Yollarının 08.40 uçağı ile İzmir’e geldim. Servis ile Efes Oteline kadar ulaştıktan sonra taksi ile Alsancak Limanına geldim. Valizimi Limanda bırakarak sabah yürüyüşüme başladım. Saat 12.00 da “Balık Pişirme Yeri Veli” de oturup kalamarımı ve dil şişimi yedim. Saat 14.00 da MS Dalmacija’ya giriş yaptım. Kabinim 87 numara. İstirahat etmeye başladım. Saat 17.00 da tatbikat sireni çaldı. Okları takip ederek Grand Salona ulaştım. Elbette önce can yeleğimi giymiştim.(Gemi seyahatlerinde hareketten önce sirenle herkes can yeleklerini giyerek buluşma noktasına gidiyorlar. Burada yetkililer gemi seyahatiyle ilgili teknik bilgi veriyorlar. Herhangi bir alarm durumunda geminin nasıl tahliye edileceği anlatılıyor.) Kabinim çok küçük hele banyom. Ama önemli değil. Keşke Aslıhan ve çocuklarda gelseydi. (Aslıhan önemli bir toplantısı, çocuklarım Cansın ve Nazlı ise şımarıklığından bana eşlik etmediler) Tatbikat sonrası gemi limandan ayrıldı. Ayrılışı ve Denizden İzmir’i seyretmek çok keyifli. Saat 21.00 da yemeğe indim. Masa numaram 44. Bir hafta boyunca 44 numaralı masada yemek yiyeceğim. Masa arkadaşlarım 60-70 yaş aralığında 5 bayan.Eminim benim tek başıma ne işim olduğunu masadan kalktıktan sonra konuşacaklar. Yemekte tavuk suyuna çorba, salata,balık ve elmalı tart var. Balık yerine et seçme şansım da vardı. Ama sanırım 7 gün balık yemeliyim diye düşündüm. Çünkü çok lezzetli. Yemek sonrası erkenden kabinime geçtim. Kitap uyurken sızmışım.

29 Haziran 2008

Sabah kahvaltısı çok zengin. Kahvaltı sonrası güverteye çıkıp güneşlenmeye başladım. Saat 11.00 da Korint Kanalından geçtik. Bu benim Korint Kanalından ilk geçişim. Heyecanlıydım. Çünkü 4 kez yukarıdan gördüğüm kanalı bu kez gemiyle geçecektim. Ege Denizi ile Adriyatik Denizini birbirine bağlayan Korint Kanalı ilk yapıldığında kızaklar üzerinde gemiler kaydırılarak geçiliyormuş. (Korint Boğazı, Tarihi Korint şehri yakınlarında anakara Yunanistan'ı ve Peloponnez yarımadası arasında yer alan dar karaköprüsü. Boğazın İngilizce dilindeki karşılığı olan Isthmus of Corinth adındaki "isthmus" sözcüğü Antik Yunanca'da "boğaz" anlamına gelir ve arazinin darlığını vurgu yapmak için kullanılmıştır. Boğazın Batısında Korint Körfezi, Doğusunda ise Saronik körfezi bulunur. 1893 yılından beri hizmet veren 6.3 km uzunluğundaki Korint Kanalı, Peloponnez yarım adasını bir adaya dönüştürmüştür. Bölgeye bir kanal yapma fikrinin başlangıcı Antik Yunanistan'a kadar gider. Kanal kazmak için ilk teşebbüs M.Ö. 7. yüzyılda Tiran Periander ya da Periandros tarafından yapılmıştır. Ortaya çıkan teknik zorluklar yüzünden bu fikrinden vazgeçen tiran, bunun yerine daha az masraflı olan ve Diolkos olarak bilinen taş kaplı bir nakliye yolu yaptırmıştır. Diolkos'un kalıntıları bugün halâ modern kanal boyunca görülebilir durumdadır. Roma Cumhuriyeti, ardından da Roma İmparatorluğu bölgenin kontrolünü sağlayınca, kanal için bir takım girişimlerde bulunuldu. Julius Caesar bunun, yeni kurmuş olduğu kolini "Colonia laus Iulia Corinthiensis" için bir avantaj olabileceğini öngörmüştü. Tiberius'un saltanatı ile birlikte mühendisler bir kanal kazmayı denediler ancak modern aletlerin eksikliği yüzünden, bir Antik Mısır buluşu olan ve piramid yapımında kullanılan granit blokları taşımak için geliştirilen yöntemi kullandılar ve 32 yılında gemileri yuvarlanan kütükler üzerinde taşıdılar. 67 yılında, bir Hellen-dostu olan Roma İmparatoru Nero, 6,000 köleye bir kanal kazılması emrini verdi ancak ertesi yıl Nero ölünce, yerine geçen İmparator Galba kendisine çok pahalıya malolduğu gerekçesiyle kanal kazısını iptal etti.) Bu ansiklobedik bilgiden sonra devam edeyim. 6500 metre uzunluğunda 25 metre enindeki kanaldan geçmek çok keyifliydi. En çok güvertedeki jakuziye girmek için Korint Keyfinden mahrum kalan insanlara üzüldüm.

Öğle yemeği çorba, salata, levrek ve meyve. Bence çok güzeldi. Yemek sonrası güvertede kitap okumaya ve güneşlenmeye devam ettim. 16.30 civarı olimpiyatlar için yapılan ve Mora Yarımadası ile Anakarayı birbirine bağlayan köprünün altından geçtik.

Saat 18.45 de Kaptanımız Iva Brbora’nın vereceği kokteyl var. Denize açılalı 24 saat oldu. Kokteyl çok önemlidir. Herkes şık giyinir. Kokteyl sonrası Kaptanın Gala Yemeği ve yine süper menü. Somon Füme, çorba,lazanya,karides ızgara ve meyve… Yemek sonrası Grand Salonda showu izledim. Şu ana kadar her şey güzel. Yarın öğlen karaya ulaşacağız. İlk durağımız Arnavutluk(Durres). Arnavutluk Avrupa’da görmediğim bir ülke. O nedenle heyecanlıyım. Masa arkadaşlarım Altın Kızlardan 3 ü kardeş ve Arnavut. 2 si ise anne kız. 1982 yılında 33 günlük bir Avrupa turunda tanışmışlar ve halen turlara beraber gidiyorlarmış. Bu gecenin en keyifli anlarından biri de İspanya’nın Almanya’yı 1-0 yenerek Avrupa Şampiyonu olması.

30 Haziran 2008

Kaptanın Seyir Defteri…

Bugün karaya çıkıyoruz…. Saat 11.00 da Arnavutluk’un önemli limanlarından Durres’e vardık. 21.30 a kadar buradayız. Durres büyük bir liman. Kale, Amfi Tiyatro, Roma döneminden kalan termal banyolar görülecek yerler arasında. Durrese’ten otobüslere binerek ilk önce Kruje’ye hareket ettik. Şirin bir kasaba burası. İskenderbey Müzesi ilgimi çekti. Kruje’nin şirin bir alışveriş merkezi var. Merkez dediysem 70-80 metre uzunluğunda bir sokak burası. Eni ise 2-3 metre. Sağlı sollu dükkanlar var. Kruje Kruje deniz seviyesinden 560 metre yükseklikte Sarl Salltiku Dağlarının eteğinde bir ortaçağ kasabası. Scanderberg Müzesine ev sahipliği yapıyor. Manzarası harika. Ama manzara deniz manzarası değil. Zira denize çok uzak.

Kruje’den sonra Tiran’a hareket ettik. Aslında bayağı hayal kırıklığı yaşıyorum. Çok geri kalmışlar. Enver Hoca ya sizinkiler tam A.B.D ci olmuşlar. Teslim olmuşlar. Her yerde A.B.D bayrakları var. Tiran bizim Orta Anadolu kentlerini andırıyor. En görkemli binası Opera Binası. İskenderey Heykelini de gördükten sonra Tiran bitiyor. Arnavutluk’un en meşhur neyi var derseniz. Konyak derim. Tiran Durres arası 1,5 saat. Giderken dolaşarak gittiğimizden dolayı yolu uzun hissetmiştim ama kısa imiş. Gittiğim her yerde dilenci resimleri çekerim. Hatta kısmet olursa sergileyeceğim. Durres’te en çok dilenci resmi çektiğim yer olarak kalacak hafızamda.

Saat 20.00 da gemiye bindim. Yemek olarak elbette yine balığı tercih ettim. Altın Kızlardan 3 ünün Arnavut olmasından bahsetmiştim. Akrabalarına gitmişler. Çok dokunaklı buluşma ve ayrılık öyküleri anlattılar.

Yemek sonrası sundeck’e geçerek geminin kalkmasını bekledim. Limandan ayrılış keyifli ve hüzünlüydü. Şahane bir manzaraya tanıklık ettim. Yarın sabah saat 07.00 da Dubrovnik'teyiz.

(Gezimin ilk günlerindeyim. Yazım uzadı. Bu nedenle Dubrovnik’ten itibaren daha sonra devam edeceğim)

Sri Lanka'nın Cenneti...(Hikkaduwa)

Merhaba,
Merhaba dedim ya başlangıçta Merhaba benim en sevdiğim sözcüklerin başında gelir. Güzel olan şeylerin ya da güzel olmasını istediğimiz şeylerin başlangıcıdır “Merhaba”.

Dünyada görmediğimiz çok az ülke kaldı. Kimileri bize gezgin diyor. Kimileri seyyah, kimileri ise dünya vatandaşı. Bence üçü de doğru. Her şeyden önce bir "dünya vatandaşı"yım. Tüm dünya insanlarına, uygarlıklarına ve kültürlerine, hiçbir ayrım yapmadan, önyargısız yaklaşıyorum. İnsanlara ırk, din, dil, cinsiyet ve milliyet kalıplarının dışında, "insan" olarak bakmayı biliyorum. Kendi kültürümden olmayan insanların geleneklerini, kültürlerini, dünyalarını anlamaya çalışıyorum. Dünyanın, ancak insanla, temiz bir çevreyle ve sağlıkla değerli olduğunu; bu çeşitliliğin de büyük bir hazine olduğunu biliyorum. Gezmenin, kişinin hoşgörüsünü, yaratıcı yanını ve duyarlılığını artıran bir okul olduğunu ve bu okulun yaşı olmadığını; paylaşmanın da gezmek gibi bir tutku olduğunu hiç aklından çıkarmıyorum.

Soğuk kış günlerinde en keyif aldığım şeylerin başında gelir sıcak diyarlara seyahat etmek… Hikkaduwa’da bu sıcak diyarların en tercih ettiğim mekanıdır. Esasında Sri Lanka kuzeyden güneye, doğudan batıya her noktası ayrı keyif veren ve defalarca gidilecek bir yer.

Ben her gidişimde mutlak suretle Hikkaduwa’ya 2-3 gün ayırıyorum. Anlatacaklarımdan sonra sizlerinde bana hak vereceğinize inanıyorum.

Bir önceki yazımda belirtmediğim için özellikle yazmak istiyorum. İstanbul’dan farklı havayollarıyla aktarmalı olarak Sri Lanka’ya ulaşmanız mümkün. Air Jordan, Emirates, Air Arabia, Qatar Havayollarının yanı sıra 6 aydan bu yana Sri Lankan Havayolları ile Colombo’ya uçabilirsiniz.

Size tavsiyem Colombo’ya ulaştıktan sonra Colombo’da 1 gece konaklayın. Colombo esasında size ilk anda zenginlikle yoksulluğun, varlıkla yokluğun bu kadar iç içe yaşandığı başka bir dünya mekanı olup olmadığını sorgulamanıza neden oluyor. Gerçekten de gezdiğim hiçbir ülkede bu kadar iç içe bir yaşama tanıklık etmedim.

Colombo’da dinlendikten sonra bir araba kiralayarak doğruca Hikkaduwa’ya hareket edin. Size tavsiyem aracı şoförle birlikte kiralayın. Zira Sri Lanka’da araba kullanmak çok zor. Yaklaşık 3 saatte deniz kenarında oluyoruz. Ben genellikle ‘Mercan Kayalıkları’nın önünde kurulu olan Coral Gardens Otelde kalırım. Çok lüks otellere sahip Hikkaduwa’da 3 * lı otelde kalmamı tüm dostlarım yadırgasa da ben bu oteli seviyorum. Bir kere otelin hemen sağ tarafında ‘alt tarafı cam’ olan tekneler var. Bunları kiralayıp mercan kayalıklarını seyretmek bana büyük bir keyif veriyor. Otelin hemen sol tarafında bulunan harika balık lokantalarında jumbo karidesler,istakozlar,kalamarlar ve yengeçleri midenize indirirken köpük köpük Hint okyanusunu seyretme imkanınız var.

Deniz burada muhteşem. Her ne kadar Tisunamide en çok kaybı veren bölge burası ama alışan vazgeçemez. Otelimin arka tarafında ise yüzlerce dükkân sıralı..Neler mi var bu dükkânlarda?.. Dünyaca ünlü ‘Safir’ Sri Lanka’da çıkartılmakta.. Sri Lanka’nın anlamı ‘ Parlayan ada ‘.. Adını Safir’den almış.. İpek kumaşlar, hediyelik eşyalar, masklar, batik kumaşlar, heykeller ve daha neler neler..

Hikkaduwa’da dalma merakınız varsa tam yerindesiniz demektir. Güneşe aman dikkat 1 saat içerisinde sizi kavurabilir sizi. O nedenle mutlaka koruyucu krem kullanın.

Otelin kahvaltısı harika… Ne mi var??? Benim en sevdiğim meyveler…. Hikkaduwa’dan mutlaka günübirlik Galla’ye geçiniz. Galle güneyde Hollandalıların kurduğu bir şehir.. Kalesini dolaşıp bir “ Historical Mansion/Art Gallery” (Müze ev) gezisi yapın. Ünlü deniz feneri’ni görün. Sri Lanka Halk danslarını seyredin. Eğer imkan bulursanız kano kiralayıp nehre çıkın.. Timsahlar ve vahşi yaşam adrenalinizi yükseltsin.

Dönüşte size tavsiyem mutlaka otelin havuzuna girin. Sırt üstü uzandığınızda havuzda, havuza dalını uzatan ağaçta sıralı maymunları göreceksiniz. Sizinle dalga geçecekler…

Sri Lanka’ya gidip çay alışverişi yapmazsanız, dönüşte dalga geçerler sizinle… O nedenle bol miktarda çay alacağınız yerdir Hikkaduwa… Yol boyu sıralanmış hediyelik eşya fiyatlarının güzelliği ve ucuzluğu karşısında neredeyse 10. kuşaktan akraba ve arkadaşlarınıza da hediye alabilirsiniz.

Gece saatlerinde tek başınıza yürümeyin bile demiyorum. Sakın dışarıya çıkmayın. Aslında çoğunun kötü niyetli olduğunu sanmıyorum ama yüzlerce yerli çevrenizi sarıp sizden para istiyor. Dokunanı ve size zarar vereni de çıkabilir.

Gün boyu yaptığınız keşif, güneş ve deniz sizi aslında öylesine yoruyor ki akşam otelde odanıza girdiğiniz anda uyuyorsunuz ama bu yukarıdaki uyarımı lütfen dikkate alın.

Mevsime gelince, en güzel ve yağışsız mevsim Ocak ve Şubat…. Bakın yaklaştı… Eğer siz tek başıma gidemem diyorsanız turlara katılın ve gidin...

Gezgin selam ve sevgilerimle. Kalın sağlıcakla…

Abidin Lutfi DEMİR

abidindemir1@yahoo.co.uk

Çikolata sever misiniz??? Peki ya Brugge’ü???



Merhaba,

Merhaba dedim ya başlangıçta Merhaba benim en sevdiğim sözcüklerin başında gelir. Güzel olan şeylerin ya da güzel olmasını istediğimiz şeylerin başlangıcıdır “Merhaba”.

Dünyada görmediğimiz çok az ülke kaldı. Kimileri bize gezgin diyor. Kimileri seyyah, kimileri ise dünya vatandaşı. Bence üçü de doğru. Her şeyden önce bir "dünya vatandaşı"yım. Tüm dünya insanlarına, uygarlıklarına ve kültürlerine, hiçbir ayrım yapmadan, önyargısız yaklaşıyorum. İnsanlara ırk, din, dil, cinsiyet ve milliyet kalıplarının dışında, "insan" olarak bakmayı biliyorum. Kendi kültürümden olmayan insanların geleneklerini, kültürlerini, dünyalarını anlamaya çalışıyorum. Dünyanın, ancak insanla, temiz bir çevreyle ve sağlıkla değerli olduğunu; bu çeşitliliğin de büyük bir hazine olduğunu biliyorum. Gezmenin, kişinin hoşgörüsünü, yaratıcı yanını ve duyarlılığını artıran bir okul olduğunu ve bu okulun yaşı olmadığını; paylaşmanın da gezmek gibi bir tutku olduğunu hiç aklından çıkarmıyorum.

Brugge’ün yaşamım da özel bir yeri vardır. Ruhumun dinginleştiği, dinlendiği, coştuğu yerdir Brugge. Brugge benim vazgeçemediğim üç yerden birisidir(Diğer iki yeri beni izlemeye devam ederseniz öğrenebilirsiniz)

Buraya ilk gidişimden ve en çok nelerden etkilendiğimden bahsetmek istiyorum. İlk kez bir Brüksel sonrası uğradım Brugge’e. Akşam üzeriydi. Lake of Love(Aşk Gölü) kenarındaydım. Gün batıyordu. Aman tanrım dedim. Böylesi bir gün batımı görmemiştim. Cilveleşen ördekler,kuğular ve kanallar ile 1 saat içerisinde bağlandım Brugge’e.

Otele doğru yürürken geçtiğim Sauve Garde’da kendimi cennette hissederken flaman stili evlerin ihtişamı ve evlerin çatıları ile hayranlığım aşka dönüştü Brugge’de.

Otelime yerleşme sonrası hemen çıktım tekrar otelden… Öyle ya benim gibi bir adam ilk 1 saatte Brugge’e aşık olmuştu. Doğruca meydana indim. Brugge’de bilenler bilir ama bilmeyenler için yazayım iki ana meydan vardır. Bir tanesi restoranlarıyla,hediyelik eşya dükkanlarıyla kafelerle sizi karşılar. Diğeri ise flaman stili evlerle doludur. Bu evlerin özelliği çatılarıdır. Çatılar basamak şeklinde yükselirler. Evler birbirlerine yapışık olarak yapılmışlardır. Uzaktan kule gibi görürsünüz.

Kendimi hemen aşk gölüne yönlendirdim. O da ne? Karanlıkta bir başka güzellikler içerisindeydi göl. Tabi yol boyu çikolatacıları ve onların lezzetlerinden bahsetmeme gerek yok sanırım. Benden size tavsiye ilk önce patates kızartması+bira keyfinden sonra çikolata keşfine başlayın.

Michelangelo tarafından yapılmış olan heykellerle süslü LADY CHURCH ve Michelangelo'nun yaptığı "Meryem ve Çocuk" anıtını görüp hayran kaldığımdan mutlaka gidin derim. Şehirde öylesine çok müze var ki mutlaka gidi. Ancak pazar ve pazartesi günü kapalı olduklarını söylemeliyim.

Kanalda tekne turu kuzeyin Venediği olduğu söylenen Brugge'e haksızlık diye düşünüyorum. Zira Venedik ile Brugge mukayese bile edilemez. Ben Brugge'ü Venedik'ten daha çok sevdiğimden midir bilmiyorum ama benim için gerçek olan şey kanalları gezerken her seferinde hayallere dalıyorum. Gezinti yine hayran olduğum Aşk Gölünde biter her seferinde. Para atarak dilek tutun isterseniz.

Faytonun keyfine vardığınız yerlerin en önemli yerdir Brugge. Atların pehlivanı olarak düşündüğüm faytonlarla şehri dolaşırken romantizmin doruklarına erişmemeniz mümkün değil.

Çikolata filmini seyrettiniz mi? Utanmasam filmdeki gibi her köşe başındaki çikolatacıdaki her farklı lezzeti deneyecektim. Lütfen yolunuz Brugge’e düşerse ve bu yazıyı da okursanız benim içinde çikolata tadın. Ayrıca,wafel,patates kızartması ve midyeyi deneyin mutlaka. Biranızı yudumlarken de beni anın lütfen.

Belçika’da bira çok önemli. 500'den fazla bira çeşidi vardır Belçika'da ama 3 ana kategoride toplanmıştır.

FRUIT BEAR : (Grisk) Alkol oranı çok düşük meyva biralarıdır.


NORMAL BEAR: Tipik Belçika birasıdır ve en yaygını JUPILER’dir.

STRONG BEAR: (DEVIL BEAR) Oldukça sert olup bana bir şey olmaz demeyin, etkileri tecrübe ile sabittir, size bir şey olur.

Otel seçiminde ise kendinizi bu kadar rahat ve huzurlu hissedeceğiniz ikinci bir yer olamaz. Sürekli gülen ve size yardımcı olan Brugge’lülere hayran kalacaksınız.

Paris ve Prag’ın romantik şehirler olduğuna katılıyorum. Ama Brugge’de en az onlar kadar romantiktir. Brüksel’ e uçak fiyatı diğer Avrupa kentlerine göre oldukça düşüktür. O nedenle Brüksel’e inip trenle Brugge’e geçebilirsiniz. Brugge’de kalıp günübirlik Brüksel’e gitmenizi tavsiye ederim.

Sizlerle bir başka yazımda Gent’i paylaşmak isterim. Gent’te en az Brugge kadar güzel ve romantik Belçika şehridir.

Dostlar,okuyucu karşımda sanki sohbet ediyormuşum gibi yazmam umarım sizi rahatsız etmiyordur.

Gezgin selam ve sevgilerimle. Kalın sağlıcakla…

Abidin Lutfi DEMİR
abidindemir1@yahoo.co.uk

GERÇEK BİR ORTAÇAĞ KENTİ SIENA

Siena, her İtalya seyahatimde mutlaka uğradığım, uğramadığımda ise kendimi suçlu hissettiğim bir kenttir. (Diğer ikisi Lucca ve Montecatini Alto’dur) Esasında Toscana Bölgesinde her yerleşim yerine girdiğinizde kendinizi Ortaçağda hissedersiniz. Siena Romalıların kovduğu Etrüsklerin tüflü kayaları oyarak yaptıkları yerlerin üzerine kurulu, gerçek bir ortaçağ şehridir. Şehirde ortaçağ binası dışında başka bir bina göremezsiniz. Bu binaları satın almak mümkün değil. Sordum öğrendim. Metrekaresi 10 bin ile 15 bin Avro arası. Peki kim oturuyor diyeceksiniz. Burada oturanların hepsi atalarından kalan bu önemli mirasa sahip çıkıp burada yaşamayı sürdürenler.

Siena 17 mahalleden oluşmuştur. Her mahallenin ayrı bir maskotu ve flaması olup mahallelerde asılı bu maskot ve flamalardan hangi mahallede olduğunuzu kolayca anlayabilirsiniz. Her mahallenin adının yazılı olduğu sokak başlarında simgesi de asılıdır. Oturdum saydım. 19 dan sonrasını hatırlayamadım. İtalya’ya 19 kez gitmişim. 11 kez de Siena’ya. Siena’da 2 kez Palio At Yarışlarına denk geldim. Her mahalle bu yarışa bir at ve jokey ile katılıyor. Yarıştan bir gün önce her mahalle en uzun sokağında sofralar kuruyor. Bu sofrada hem geleneklerini yaşatıp, atalarının hikayelerini anlatıyorlar, hem de keyifle yemeklerini yiyip şaraplarını yudumluyorlar. Ertesi gün ise hepsi Piazza del Campo’ya (Campo Meydanı) giderek yarışları izliyorlar. Yarış çok ilginç. At yarışı eski bir Roma geleneği. Jokeyler atları eyersiz kullanıyorlar. Jokeylerin ellerinde uzun sopalar var. Yarış abartmayım ama 2 dakika sürüyor. Atlar meydanın etrafında yarışıyorlar. Birincinin ödülü HAÇ ve FLAMA. Kazanan mahalle bu haçı ve flamayı mahallenin en önemli yerinde bir yıl boyunca saklıyor.

Siena’da tüm binaların ince kırmızı tuğladan yapıldığına hayretle tanıklık etmek mümkün. Siena da her yerde Romus ve Romulus'un heykelleri var. Siena'yı diğer İtalyan kentlerinden ayıran önemli bir özellik var. O da kilise ve yönetim binalarının birbirinden uzakta olmaları.Bu da laikliğin bir göstergesi sayılıyor.

Siena denince akla elbette kırmızı tuğlalı binalar, dar sokaklar, parke taşlar, lüks mağazalar ve kafeler gelir. Piazza del Campo (Campo Meydanı) şehrin en önemli yeridir. Meydanın her tarafında kafeler bulunur.Size tavsiyem mutlaka “Cantucci” tatlısını tadın. Bademli bu kurabiyeyi şarap ile birlikte denerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Eğer oturup güzel bir yemek yiyip sonra tatlı alayım derseniz masanıza önce zeytinin, sonra sırasıyla üzerine sarımsak ve zeytinyağı gezdirilerek kızartılan ekmek olan “bruschetta” nın ve ızgarada pişirilen, üzerine zeytinyağı gezdirilen sığır bifteği “Bistecca alla Fiorentina” nın gelmesini sağlayın. Şarap seçimini ise size bırakıyorum. Bana sorarsanız tavsiyem sırasıyla Chianti, Brunello di Montalcino, Vino Nobile di Montepulciano ve Carmignano.

Siena’nın eski şehir merkezi Unesco tarafından Dünya Mirası Listesindedir. Efsaneye göre Siena, Remus’un oğlu Senius tarafından kurulmuştur. Romalı dişi kurtta şehrin sembolü olmuştur. Salimbeli Meydanında ki kurta bakmaya doyamazsınız.

Piazza del Campo hafif eğiktir ve istiridyeye benzer. 1347 yılında yapılmıştır. Palazzo Pubblico (Belediye Sarayı) ve onun 103 metrelik çan kulesi Torre del Mangia buradadır. Siena’yı keşfederken Pinacoteca Nazionale müzesini de ihmal etmemelisiniz. Merak edenler için söyleyeyim Siena’nın nüfusu 55.000. Ama bu şehrin benim gibi fanatikleri çoktur. Dünyanın her yerinden bu küçük ama sevimli şehre turist gelir.

‘Torre del Mangia,’ bir çan kulesidir ve yazın gölgesi nedeniyle en çok ziyaret edilen yerlerden birisidir. Buraya seyahat planınız varsa Siena ile birlikte mutlaka Floransa, Pisa, Lucca, ve Vinci’yi de programınıza alın. Bir araba kiralayıp bu sevimli yerleri gezmenizi tavsiye ederim. Yok araba kiralamam derseniz trenle çok kolay bir şekilde gezinizi gerçekleştirebilirsiniz. Her gittiğiniz yerlerde farklı şarap ve zeytinleri deneyin. Bilginiz olması açısından yanlış hatırlamıyorsam Siena-Pisa arası 2 saat ve 8 Avro. Siena’dan otobüsle Floransa’ya da gidebilirsiniz. Her saat başı kalkan otobüslerle Floransa’ya bir saatte ulaşabilirsiniz.

Siena’da yapmanız gereken ve tavsiye ettiğim bir hususta ara sokaklarda gezinmeniz. İtalya’ya bir tur şirketi ile giderseniz ve ekstra tur seçmeniz gerekirse Siena’yı tercih etmenizi işte bunlardan dolayı tavsiye ediyorum.

Siena’da unutamadığım olaylardan birisini sizinle paylaşmak istiyorum. 5 sene önce Siena’da Sapordivino Restorantın önünden geçerken Tanju Okan’ın “Kadınım” şarkısının bozuk bir Türkçe ile söylendiğini duydum. Restorana girince piyanistin söylediğini gördüm. Şarkı bittiğinde ise tanıştık. Uzun yıllar Ankara’da Hilton,İstanbul’da Shereton’da çalışmış ve müzik yapmış. 1970 li yılları anlatmaya başladı ve nefis müziğini icra etti. Mario Scapecci ile her Siena’ya gidişimde görüşüyoruz. Şarap içiyoruz. Baklava,Lokum,Badem Ezmesi götürüyorum. Dünyalar onun oluyor.

Evet sevgili dostlar, Siena’yı anlatmaya çalıştım. Umarım hoşunuza gitmiştir.

Gezgin selam ve sevgilerimle…

FAZLA MÜKEMMEL BİR ORTAÇAĞ KASABASIDIR CESKY KRUMLOV…

Seyrettiniz mi bilmiyorum? 2006 veya 2007 yılında vizyondaydı . “HOSTEL 2” de genç bir insanın hayalindeki ideal tatil gibi başlıyor; sonradan yaşanacak olan kabustan çok ama çok uzak görünüyor. “Filmin başlangıcı birkaç genç kızın harika vakit geçirdiği eğlenceli bir komedi havasında. Birlikteyiz ve çok eğleniyoruz” diyor Phillips. Kızların Prag yakınındaki pastoral kasaba Cesky Krumlov’daki bir Ortaçağ fuarını ziyaretleri sırasında atmosfer bir anda değişiyor.
“Cesky Krumlov kasabası o kadar güzel ki orada yürürken gerçek olduğuna inanamıyorsunuz” diyen Roth, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bu mekan filmin peri masalı niteliğine büyük katkı sağladı. Eğer Beth bizim Pamuk Prenses’imizse, Cesky Krumlov da içinde yaşadığı masal dünyası. Sanki her an bir şey bu cennet mekanı yerle bir edecekmiş gibi geliyor. Fazla mükemmel”.İşte size anlatmaya çalışacağım Cesky Krumlov içine girdiğiniz anda kendinizi masal dünyasında hissettiğiniz mükemmel bir yer.
UNESCO koruması altında olan, muhteşem CESKY KRUMLOV "Yaşayan" ORTAÇAĞ Kasabası olarak anlatılır. Hatta 13. yy'dan bu yana ORTAÇAĞ kimliğini koruyan tek muhteşem şehir denir.İlk gidişimde kızımla beraber fotoğraf merakımız yüzünden kaybolmamız nedeniyle 2 saatte sokak sokak, dükkan dükkan, hatta otel otel öğrendiğim bu şirin ve küçük kasabayı eminim anlatınca sizlerde seveceksiniz.Çek Cumhuriyeti’nin güneyinde, Avusturya sınırına yakın Cesky Krumlov’a mutlaka gitmenizi öneririm. Ortaçağ kentlerine olan düşkünlüğümden mi bilemiyorum ama bu kent benim için özel bir yere sahiptir.Ortaçağın önemli kentlerinden olan Cesky Krumlov’a Prag’tan otobüsle gitmeniz mümkündür. 180 kilometrelik bu seyahatinizde tabiat içerisinde yol alırken hiç sıkılmayacaksınız. Her ne kadar yol 180 kilometre olsa da yolculuğunuz 3 saat sürüyor.
Bunun nedeni otobüslerin hem hız yapamamaları hemde 4-5 kasabaya daha girip çıkmaları. UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi’ndedir Cesky Krumlov. Görenler bilirler Avrupa’nın en sevimli ortaçağ kentlerinin başında gelir bir çok kişiye. Şehre girer girmez etkilenir ve kendinizi kentin estetiğine teslim edersiniz. Aykırı bir şey ararsa gözleriniz hayal kırıklığına uğrarsınız. Vltava Nehri kıvrılarak şehir ortasında yarımada oluşturmuştur. Köprüden geçtikten sonra sizi sayısız kafe karşılar ilk önce…Cesky Krumlov’da Orta Avrupa’nın en büyük kalesi olan ve 13.yüzyılda yapılan Cesky Krumlov Kalesi bulunmaktadır. Bu kalede 40’ın üzerinde tarihi bina bulunmaktadır.Bu binaların her biri hala ortaçağ karakterini ve gizemini korumaktadır. Kalenin kulesine mutlaka çıkın ve tüm şehri tepeden seyredin. Keyif alacaksınız garanti veriyorum.Vltava Nehri kalenin hemen altından kıvrılmaktadır.
Şehrin dar ve şirin sokakları parke taşlarla kaplıdır.Dar sokaklar, iki katlı evler ve çatılar dolaşırken ilk ilginizi çekecek olan 3 şey olacaktır. İki katlı güzel evlerin altında bulunan dükkanlara girerseniz sevdikleriniz için güzel şeyler bulacağınıza inanıyorum. Sokak boyu göreceğiniz restorantlarda hem kaliteli Çek birası içme hem de yöresel yemek yeme şansınız var. Hava durumu elverirse mutlaka kano ile nehirde kanoyla nehirde yol alın. Hoşunuza gidecektir. Şehirde konaklamak ucuz ama dikkatli tercih yapmanız gerekiyor. Her otelde boş günler var. Onları tespit edip kalın.
Dolu zamanlarında 100 € fiyat veren otelde ertesi gün boşken 15-20 € arası bedel ödeyerek kalmanız mümkün.Hani bir söz vardır. Bazı şeyler anlatılamaz diye. O nedenle Cesky Krumlov ile ilgili yazımda çok fotoğraf bulacaksınız. Belki bu şekilde ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmiş olacağım.
Gezgin sevgilerimle…

PELE’NİN İLK GOLÜNÜ ATTIĞI, 200.000 KİŞİNİN MAÇ İZLEDİĞİ, DÜNYANIN EN BÜYÜK FUTBOL MABEDİ…

Daha önce yazmıştım. Ama okumayanlar için tekrar etmem de fayda var. 1970 li yıllarda Ankara Esenboğa Havaalanında karşılaştığım, kocaman siyah elleri ile elimi sıkıp başımı okşayan Fenerbahçe’nin efsanevi Teknik Direktörü Didi’nin ülkesine gitmek beni çok heyecanlandırmıştı. 10-11 yaşlarındaydım. Rahmetli eniştemi Paris’e yolcu etmek için havaalanına gittiğimizde bir adamın başımı okşaması ile kafamı kaldırdım. Gazetelerden tanıdığım ve hayranı olduğum Pele’ nin arkadaşı Didi idi bu kişi. O günden sonra Brezilya benim en merak ettiğim ve sevdiğim ülke oldu.

Her Dünya Kupası maçında desteklediğim, kupayı aldıklarında ise kendi ülkem almış gibi sevindiğim Mart 2008 de gitmek nasip oldu.

Bu yazımda size dünyanın en büyük stadyumu olan MARACANA 'dan bahsetmek istiyorum. Bu stadın kapasitesi resmi kayıtlarda 175 bin olarak gözükmektedir. Ancak, aşağıda da bulacağınız gibi asıl kapasite 210 bindir. Temeli 1948'de atılan Maracana Stadyumu'nda, 1950 yılında Dünya Kupası maçları da oynanmıştır.

Brezilya’lılar için Maracana Stadyumu adeta bir mabettir. Futbol ise Brezilya’da bir dindir adeta. Daha önce ki yazım da da belirttiğim gibi Rio'lular şöyle diyor. "Brezilya futbolun evidir. Maracana Stadyum' u ise tapınağı." 200.000 kapasitesi olan bu statı gezerken, soyunma odalarını da gezmeniz mümkün. Stad içerisinde yer alan mağaza girişinde yer alan Türk bayrağı gezenlere çok duygulu anlar yaşatır. Bunun sebebi ise Fenerbahçedir. Bu statta maça çıkıp başka ülkede futbol oynayan futbolcularının futbol oynadıkları ülke bayrakları yer alır bu mağazada. Türkiye’de bunlardan birisidir.

Maracana Stadı Brezilya'nın Rio de Janeiro şehrindeki stadyumudur. Rio'nun en büyük futbol takımları Flamengo, Botafoga ve Fluminense maçlarını bu stadyumda oynarlar. Ve Vasco da Gama takımı bazı özel maçlarını bu stadyumda yapar. Ayrıca Pele'nin 1969 da ilk golünü attığı stadyumdur.

Brezilya'nın 1950 Dünya Kupasına ev sahipliği yapmaya hak kazanmasının ardından temeli 2 Ağustos 1948'de atılan Maracana 16 Haziran 1950 de Wings Topluluğu - Paul McCartney konseri ile açılmıştır.

Rio de Janeiro All-Stars ile Sao Paulo All-Stars açılış maçında karşı karşıya gelmiş ve maçı Rio de Janeiro All-Stars 3-1 kazanmıştır. Didi bu stadyumda gol atan ilk futbolcudur ve bu maçı 184 bin kişi izlemiştir.

Maracana Stadyumu'nun yapımında yarım milyon torba çimento ile 10.000 ton demir kullanıldığı yer almaktadır resmi kayıtlarda. 1950 Dünya Kupası finalinde Uruguay ile Brezilya’nın o muhteşem futbol maçına tanıklık eden bu statta Uruguay , Brezilya'yı 2-1 yenmiştir. Bu dev finali kaçak girenlerle birlikte 210 bin kişinin izlediği kayıtlardadır. Oysa 210 binden bile fazla kişinin bu maçı stada girerek izlediği iddia edilmektedir. Dünyanın en büyük stadyumu olan Maracana ve pele ilk golünü bu stadyumda atmıştır. 16 Temmuz 1950 günü Brezilya ile Uruguay arasında oynanan turnuvanın final maçına resmî sayılara göre 193.830 izleyici gelmiştir. Ancak Riolularun bazıları bu sayının 210.000 ile 250.000 arası olduğu şeklinde tahminde bulunurlar.

Bu stadı gezerken kendinizi müzede gibi hissedersiniz. Soyunma odaları, duşlar, masaj salonları arasında dolaşırken sanki, Zico,Pele, Didi orada imiş hissine kapılırsınız.

Rio’da ve özellikle Maracana stadında çaışan herkes Zico’dan dolayı Fenerbahçe’yi tanıyor. Fenerbahçe’nin maçları Zico nedeniyle televizyonlardan yayımlanıyordu. Fenerbahçe nedeniyle Türklere karşı da acaip bir sempati var. Yolda Türk olduğunuzu öğrenir öğrenmez hemen ”En Büyük Fenerbahçe” deyip, Fenerbahçe’nin tüm Brezilya’lı futbolcularını saymaya başlıyorlar. Hele bize show yapan sevimli Ronaldo o güzel şivesiyle bir sıraladı kadroyu hepimiz hayretler içerisinde kaldık.


Stadyumdan ayrılırken futbol devi Brezilya’yı daha iyi tanımanın, neden futbol da dev olduğunu anlamanın mutluluğu içerisindeydik.

Gezgin sevgilerimle...

Keşfedilmesi Gereken Güzel Bir Şehirdir Budapeşte…

Macaristan’ın başkenti Budapeşte’den dönüşümde üzgündüm. Çünkü 4 gün çok çabuk geçmişti. En yakın sürede tekrar gelerek keşfe devam kararı verdikten 2 ay sonra bu sanat şehrine tekrar gitmek fırsatını buldum.
1873 yılına kadar Tuna nehrinin iki yakasındaki Budin ve Peşte iki ayrı kentmiş, 17 Kasım 1873 tarihinde birleşerek Budapeşte olmuş.
Evet sizi bu yazımda sanat başkentlerinden Budapeşte’ye götürmek istiyorum. Beraber keşfederken Budapeşte’yi sizin de benim gibi Budapeşte’nin büyüsüne kapılacağınıza eminim.
Bahsettim ya ilk gidişimde bir şey anlamamıştım ve üzülerek dönmüştüm Budapeşte’den diye… İkinci gidişimde ilk gezideki şansızlığım Sn. Hasan Pekmezci ile gitmem nedeniyle bu kez şansa dönüştü. Elbette bir sanatçıyla gitmek demek sanat başkentine çok büyük önem arz ediyordu.
Macaristan’a THY ve Malev’le uçmanız mümkün. Uçus süresi 2 saat. Macaristan’la saat farkımız var. Bizden bir saat geri. Ülkenin resmi dili Macarca ama İngilizcede çok yaygın. Budapeşte’de varlık ve yokluk, zenginlikle fakirlik bir arada yaşanıyor. Her yerde dilenci görmeniz mümkün. (Hatta her zaman söylediğim bir saptamamı sizinle de paylaşmak isterim. Gittiğim şehirlerde dilencisi olmayan tek yer Minsk, en çok dilencisi olan yer ise Budapeşte’dir.) Bu nedenle de karmaşık bir yapısı vardır bu sanat şehrinin.
Budapeşte’de çok sayıda müze bulunur. Yapıların görkemi ve şehrin Buda tarafındaki Kale Dağından görebileceğiniz manzara sizi oldukça etkileyecektir. Müzeler nedeniyle kültür şehri denen Budapeşte’ye kaplıcaları nedeniyle de sağlık şehri denmektedir(Şehirde 1000 in üzerinde kaplıca bulunmaktadır.)
Budapeşte’de mutlaka Tuna’da gemi turu yapmalısınız. Ama size tavsiyem bu geziyi gece ve gündüz iki kere yapmanız. Sebebini turu yaptığınızda anlayacak ve bana teşekkür edeceksiniz. Bu turda gemide manzaraya hakim olacağınız bir seçip kendinizi bırakın. Seyredin. Evet sadece seyredin.
Hiçbir şey düşünmeden kendinizi Budapeşte’nin o büyülü görüntüsüne bırakın. Budapeşte’de 8 köprü bulunur. Bunların en güzeli "Aslanlı Köprüsü' dür. Tekne gezinizde Macar yemeklerini deneyebilirsiniz.
Size kendinizi büyüsüne kaptıracağınız o muhteşem gemi turunda göreceğiniz yerlerden biri olan Budapeşte’nin simgesi Parlamento Binasını tanıtmak istiyorum. Bu yapı 700 odalı ve oldukça büyük bir yapı. İnşası 1884 – 1904 yılları arasında sürmüş. Mimarisi sizi çok etkileyecek.
Tuna Nehrindeki gezinizden sonra Gellert Tepesine çıkıp bu kez Tuna Nehri'ni tepeden seyredin derim sizlere. Tepe dediysem bu tepenin yüksekliği topu topu 300 metre. Gellert’de Budapeşte sosyetesi oturuyor.
Muhteşem bir manzarası var. Solda saray, katedral, kale duvarları ile Buda, sağda parlamento binası, geniş caddeleri ile Peşte ayaklar altındadır buradan. Tepe adını, Venedik Piskoposu Gellert'ten almış. 1000 yılında Macaristan'ın ilk kralı Szent İstvan, halkını Gellert'in de yardımıyla Hıristiyan dinine inandırmış. Kralın ölümünden sonra kentte Hıristiyan olmayan halk ayaklanmış, Gellert'i bir fıçıya koyup, tepeden aşağıya Tuna'ya yuvarlamışlar. Sonraları tepenin yamacına, fıçının düşüp parçalandığı kabul edilen yere bir anıt yapılmış. Venedikli Gellert’in buraya dikilen heykelinde elinde haçıyla Budapeşte'yi kutsadığı varsayılır.
Budapeşte’de 1200 kişilik opera binası olan Operahaz çok önemli bir yapıdır. Vidampark eğlencenin kalbidir. Aquincum Museum 2000 yıl önce yapılmış bir binadır ve mimarisi muhteşemdir. Budapeşte elbette tiyatroları ve festivalleriyle de ünlü bir kültür şehridir.
Gelelim Macar mutfağına. Macarlar acıyı çok severler. Eğer acı sevmezseniz bunu belirttin sipariş verirken. Porsiyonları çok büyüktür. Domuz Avrupa’da en yaygın Macar mutfağında kullanılır. Av etleri her lokantada sipariş verebileceğiniz ve zevkle yiyeceğiniz bir yemektir.
Özellikle kaz etini denemelisiniz. Salatalarıyla meşhur Macaristan’dan Türkiye’ye döndükten sonra yediğiniz salataları yapmak istemenizi doğal karşılamalısınız. Elbette Macar salamını tatmalısınız. Macar şarabı ve birasını da tatmalısınız. Kısaca Macaristan’da kilo almadan dönmeniz mümkün değil.
Budapeşte’de pasta ve kafe bir kültür. İşte size iki adres mutlaka bu iki pastaneye gidin. O muhteşem mobilya ve dekora bakarak doyarsınız. New York Cafe ve Gerboud’a randevusuz gitmeyin. Kapıda saatlerce beklemek zorunda kalabilirsiniz. Ama size kesin olarak gitmelisiniz diyorum.
Vati Utka sokağında dolaşın ve sevdiklerinize hediye alın. Bu sokak Budapeşte’nin alışveriş sokağıdır. Great Market Hall’da alıveriş yapma imkanını da yakalamalısınız mutlaka. Gül Baba Türbesi ve Gül Baba'nın heykeli elbette her gidenin ziyaret ettiği bir yer. Gül Baba şöyle anlatılır. ‘Merzifonlu bir Bektaşi fakiri. Fatih zamanından beri her savaşa gönüllü girdi. Başına taktığı gülden, beline kuşandığı kılıçtan başka malı yoktu...' Bölgede yaşayan tüm halkın gönlünü fetheden Osmanlı dervişi sarığında taşıdığı gül kokusundan dolayı Gülbaba adıyla tanınmış ve birçok Macar şair ve müzisyenin de esin kaynağı olmuş.
Budapeşte’de oldukça çok hamam var. Hamamlar Osmanlı’nın şehre hediyesi. Yaklaşık 150 yıl Osmanlı idaresinde kalmış Macaristan’daki Osmanlı hamamları, Gülbaba Türbesi’nden sonra şehirdeki yegane Osmanlı izleri. 150 yıllık Osmanlı yönetiminin en bariz izleri isimlerde kendini göstermektedir. Örneğin Zoltan/Sultan Macarlar arasında çok popüler bir isim.
Size Budapeşte’yle ilgili olarak en son tavsiyelerim Franz Liszt Müzik Akademisini gezmeniz. Budapeşte’nin keyfine doyabildiniz mi bilmiyorum ama benim yeniden göresim geldi bu büyülü şehri.
Gezgin sevgilerimle.

“EN” LERİYLE ÜNLÜDÜR TORONTO...

Gitmeden önce başladım araştırmaya… Sonra notlarımı alt alta yazmaya başladım. Karşıma çıkanı sizinle de paylaşayım istedim.
Dünyanın EN uzun caddesinin olduğu şehir (Younge Street),
Kuzey Amerikanın EN büyük şelalesinin olduğu şehir (Niagara),
Dünyanın EN yüksek kulesi olan CN Tower’ın olduğu şehir (yüksekliği 553 metre),
Dünyanın EN büyük beyzbol sahasının olduğu şehir,
Dünyanın yaşanabilecek EN iyi şehri seçilmiş şehir,
Kanada'nın EN büyük ve EN fazla ticaretinin yapıldığı şehir,
Şehir içinde arabanızla EN fazla 50 kilometre yapabileceğiniz şehir,
Hız sınırını aştığınız takdirde sokaktaki kameraların arabanızı önden, arkadan ve yanlardan sürücü gözükecek şekilde fotoğrafınızı çektiği ve uyduyla polis departmanına gönderdiği, saniyesinde cezanızın yazıldığı ve EN geç 60 dakika içerisinde cezanızın ulaştığı şehir,
Normal otobüslerin bile yaşlıların ve sakatların binebilmesi için yere EN az 1 cm kalana kadar aşağıya indiği şehir,
Evlerde dahil olmak üzere tüm kapalı yerlerde sigara içilmesinin yasak olduğu ve bu konuda EN katı kuralları olan şehir,
İnsanların günün 24 saati istedikleri zaman dışarı çıkabildikleri dünyanın EN güvenilir şehri,
Süpermarketlerinin EN az 24 saat açık olduğu şehir,
Polislere EN fazla saygının gösterildiği şehir,
Gece hayatının ve her türlü çılgınlığın EN fazla olduğu şehir,
Şehrin bir yakasından diğer yakasına otobanda bile EN az 2 saatte ulaşabildiğiniz şehir,
Evet bu saydıklarım dünya kenti TORONTO’da beni bekleyen şeylerdi. Alışık olmadığım ve beni şaşırtacak bu özellikleri yaşamak üzere Toronto’ya gittim.Toronto’ya Lufthansa ile gitmenizi öneriyorum. Air France veya KLM ile gittiğim seyahatlerimde fazla memnun kalmadım. Toronto Havaalanı Kanada’daki en işlek havaalanı ve şehre 27 km. mesafede. Bavullarınızı aldığınızda eğer yanınızda 2 dolar varsa el arabası alabilirsiniz. Eğer yoksa bozdurmanız mümkün değil. Ama onunda çaresi var. 2 bavul 10 $ yazan bir sürü taşıyıcı görüyorsunuz. Elinizi kaldırmanızla birlikte taşıyıcı yanınızda. Kolaylıkla gümrükten çıktığınızı düşünebilirsiniz ama köpekler havaalanının her yerinde ve hemen herkese tacizde bulunuyorlar. Köpek korkusu olanların Toronto’ya gitmemesini öneririm. Şehre ulaşım gayet kolay. Otobüs, metro ve taksi ile rahatlıkla ulaşıyorsunuz merkeze.
Toronto’da dolaşmaya ve Toronto’yu yaşamaya başladığınızda ilk önce ben burada kesin kaybolurum hissine kapılabilirsiniz. Ama garanti veriyorum en fazla 15 dakika sonra bu şehirde kaybolmanızın mümkün olmadığına inanıyorsunuz.İngilizce bilmiyor musunuz? Üzülmeyin. Belki de İngilizce bilmediğinize üzülmeyeceğiniz tek şehir Toronto'dur. Burası 100 ün üzerinde dilin konuşulduğu bir şehir. Toronto’da Toronto’lu yok. Herkes yabancı. Kentin neresinde olursanız olun, girdiğiniz ikinci ya da üçüncü plazada mutlaka kendi dilinizde yazılmış bir tabela ya da ilan panosu var.
Toronto’yu Çinliler sarmış adeta. Ama dünyanın her ülkesinden insanla karşılaşmanız mümkün. Caddelerde dolaşırken yerel kıyafetleriyle dolaşan farklı ülkelerden gelmiş Kanada’lıları gördüğünüzde bir maskesiz balodasınız hissine kapılabilirsiniz.Dünyanın her mutfağını bulacağınız Toronto’da en fazla İtalyan mutfağı hakim. Bunun sebebi ilk olarak İtalya’lı göçmenlerin Kanada’ya gelmiş olmaları.
Dünyanın en yüksek kulesi olan CN Tower’dan Toronto’yu seyretmek çok keyifli. Kuleden Mississauga, Oakville, Burlington ve Ontario gölünün karşı yakasındaki Hamilton’u da rahatlıkla seyretme imkanınız oluyor. Toronto’nun metrosu muazzam. Tüm her yere ulaşabilirsiniz metroyla. “EN” lerin şehrinde sizi EN fazla şaşırtacak olan şeyin sokak aralarındaki irili ufaklı sayısız park olacağına bahse girerim.
Aslında Toronto’da park aramanız da anlamsız bence zira her okulun bahçesi, büyük binaların çevresi, hatta her evin önündeki ağaçlar ve çiçekler adeta bir park gibi. Toronto’da sizinde benim gibi şaşıracağınız bir konu daha var. Toronto’da yüzlerce kilometrelik bir bisiklet yolu ağı var. Ben denemedim ama bisikletle de gezmenin çok keyif vereceğine inanıyorum Toronto’yu. Aslında biz gezginler için düşünürseniz Toronto’nun hendeklerle çevrili bir kalesi, görkemli sarayları, piramitleri, şatoları, kiliseleri, antik çağlardan kalan anıtları yok.
Toronto’da mutlaka yapmanız gereken Toronto’nun sembolü olan 553 metre uzunluğundaki ünlü CN Tower’a gitmenizi yukarıda da önerdim. Bu kule dünya’nın en uzun bağımsız kulesi. İnanın kulenin manzarası nefes kesici ve çok farklı bir deneyim.
Açılımı Canadian National Tower olan bu Radyo TV vericisinin en büyük özelliği dünyanın desteksiz en yüksek ikinci binası olması. Kulenin tepesinde bulunan ve adı 360 olan restoranda yemek yemenizi ve manzara seyretmenizi öneririm. 1910 yılında Ortaçağ kalelerinin bir benzeri olarak inşa edilen 98 odalı Casa Loma bir ev ve çok güzel. Buranın tepesinden de şehir manzarasını izleyebilirsiniz. Keyifli ve heyecan verici.
Eminim soruyorsunuz hiç mi tarihi bir şey yok diye. Exhibition Place tarihi bir bölge ve bu bölge Kanada Ulusal Sergi Kurulu tarafından yönetiliyor. Her sene farklı bir sanat festivalinin organize edildiği bölgede özellikle ‘The Ex’ adı verilen etkinlik milyonlarca kişinin katılımıyla karnaval havasında geçmekteymiş. Ama ben denk gelmedim ve buraya gitmedim.Yine, Kuzey Amerika’nın en büyük beşinci müzesi olan ve birçok ünlü sanat koleksiyonuna ev sahipliği yapan Royal Ontario Müzesine de gidin lütfen. Burasının aynı zamanda Kanada’nın en büyük araştırma enstitüsü olduğunu da not etmişim seyahat dönüşü. Dünyaca ünlü mimar Raymond Moriyama tarafından tasarlanan Bata Shoe Müzesinde dönüşümlü olarak farklı temalı sergiler açılıyor. 19. yüzyıla ait Fransız tahta ayakkabıları, Kanada yerlilerinin giydiği botları, modern zamanların ünlüleri Elton John, Indira Gandhi ve Pablo Picasso’nun ayakkabılarını görmek isterseniz gidin ama bana pek cazip gelmedi.
Limandan kısa bir yolculukla gittiğimiz benim çok hoşuma gitmeyen ama turistler için olmazsa olmaz olan Toronto Adaları harika bir doğal güzelliğe ve birçok aktivite yapma olanağına sahip. Plajlar, eğlence parkları, piknik alanı ve sanat galerilerinden birisi mutlaka ilginizi çekebilir.Bize denk geldi iki kez. Birisi Çin Şenlikleri diğeri ise ve Yunan Festivali. Çok keyifli idi. Aslında bu kadar çok ülkeden yurttaşı olunca elbette festivali de çok olur bu şehrin diye düşünmeden edememiştim o an.S
evgili Dostlar, unuttum sandınız değil mi??? Dünyanın doğal harikalarından biri olan Niagara Şelaleleri de Toronto’ya sadece bir buçuk saat uzaklıkta ve mutlaka gitmelisiniz. Yakın tarihlerde Niagara Şelalesinde çektiğim resimlerle bir sergi açmayı düşünüyorum .Dünyanın en uzun sokağı olarak bilinen Yonge Street, St. Lawrence Pazarı, Hokey Müzesi ve Liman Bölgesi gezerken keyif alacağınız diğer yerler olacağına inancım tamdır.Bir yerde okuyup not almışım sizlerle de paylaşayım. Toronto nüfusunun çoğunluğu kendi ülkesi dışında doğmuş şehirlerden ikincisiymiş. Birincisi ise Miami'ymiş.
Toronto gerçekten Birleşmiş Milletler Topluluğunun yaşadığı bir şehir.Sevgili dostlar, Victorian tarzı evleri, güleryüzlü ve yardımsever insanlarını gördükten sonra Toronto’nun neden “EN” lerin şehri olduğunu ve neden “EN” yaşanabilir şehir’ seçildiğini çok iyi anladım. Her ne kadar biz gezginlerin aradığı bir çok özelliğe sahip olmasa da düzeni ve karmaşasının olmaması nedeniyle "EN" sevdiğim şehirlerdendir TORONTO.
Gezgin sevgilerimle.

ABİDİN’İN SEYİR DEFTERİ(GİRİT)

GİRİT ADASI

2.GÜN

Sabah erkenden Girit’teyiz. Saat 07.30 da karaya çıktık. Hava serin. Yürüyerek hatta kaybolarak Girit’i keşfe başladım. Girit’te Osmanlının izlerini çok fazla. Girit’ ayak basar basmaz dış yüzünde aslan olan ve Venedikliler tarafından Osmanlılara karşı yapılmış olan kale ve Venedik surları biz karşıladı. Bu surlar eski kentin tamamında var.Yürüyerek kaleye geldik. Kale ve sur deyip geçmemek lazım. Osmanlı tam 22 yıl Girit’i kuşattığı halde bu surları aşamadığından alamamış. Ancak 22. yılın sonunda ele geçirebilmiş.
Kaleye ulaştıktan sonra solda 25 Ağustos Sokağı karşıladı bizi. Bu sokak Adanın en önemli sokağı. Sağlı sollu dükkanlar ve güzel resmi binalar dikkati çekiyor. Bu binaların tümüne slogan yazılarak kirletilmesi ise çok ilginç. Sokağın sonunda üzerinde aslan heykelleri bulunan Morosini Çeşmesi var. Burası adanın buluşma merkezi olmuş ve çok kalabalık. Meydanın etrafında bulunan börekçi dükkanlarından birisinde mutlaka peynirli börek yemenizi öneriyorum.
Çeşmenin solundaki yolu takip ederseniz Venizolos Meydanına ulaşıyorsunuz. Bu meydana ismini veren ve Yunan siyasi yaşamında önemli yer tutan Venizolos’un meydanda heykeli var. Venizolos Girit’li. Meydanın yakınında bulunan pazarı mutlaka gezmelisiniz. Burada sizlerinde ilgisine çekecek şeyler olacağınıza eminim.Girit’in en önemli turistlik terlerinden birisi de Knossos Sarayı. Saray çok etkileyici. Özellikle yunus figürlü duvar resimleri çok hoş. Çömleklerden de etkilenmemek mümkün değil. Minos medeniyetinin merkezi olduğu için bu saray çok önemli bir öneme haiz. Zira bu saray günümüzde medeniyetin doğduğu saray olarak kabul ediliyor. Girit’te Minos medeniyetinin ikinci önemli merkezi olan Phaisto’yu görme fırsatım olmadı. Ama gidenlerden duyduğum Knossos kadar görkemli olmadığı.
Girit ilgimi her zaman çekmesine karşın beklediğim gibi olmadı ilk karşılaşmamız. Gözümde daha farklı idi. Yunanistan ülke olarak Yunanlılarda vatandaş olarak turizmi çok iyi biliyorlar. Girit tam bir turizm cenneti. Deniz, kum,plaj ve eğlence derseniz Girit’e gelin derim. Ama laf aramızda bana göre değil. Girit olunca gidilen yer elbette yemek özel bir yer tutmalı gezgin için. İşte size yabancı gelmeyecek yemekleri; yaprak ve lahana sarması, patlıcan salatası, domates soslu bakla, kızartma, taze fasulye, sardalya.Ne kadar yakın, hatta aynı değil mi? İnsanıyla, kültürüyle, müziği ve dansıyla, öfkesiyle, sevinciyle, mimikleriyle aynıdır Yunanlı bize. Evet Girit’ten de ayrılık vakti geldi.
İstikamet Santorini…
Santorini’de buluşmak üzere…

ABİDİN’İN SEYİR DEFTERİ(PATMOS)

Merhaba,
Bu yazımda beraberce Kuşadası’ndan sırasıyla Patmos, Girit,Santorini,Pire ve Mikanos’a kadar gemi ile gidip döneceğiz. Yolculuğum esnasında yaşadıklarımı, gördüklerimi, gemi seyahatinde karşılaşacaklarınızı bulacaksınız bu yazımda… Bu yazımda seyahatte tuttuğum günlüğümü paylaşacağım sizlerle… Adalar ve ada yaşamı, ada turizmi Yunanlılar için çok büyük önem arz etmektedir. Adalar her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği, tatil için 1 yıl öncesinden rezervasyon yaptırdığı yerler olmuş artık. Santorini’de bazı otellere (özellikle kaya içerisindeki butik otellere) ödenen gecelik ücreti öğrendiğimde kulaklarıma inanamadım. Ama Yunanistan’da pazarlama amacına ulaşmış artık. Umarım bir gün Yunanistan’ın turizme bakışını kavrar ve en azından bir bunu uygulayabiliriz. Ne İspanya ne de biz bu koşullarda Yunanistan’la yarışamayız. (Yine size ufak bir bilgi Acropolis’i 1 yılda ziyaret eden turist sayısı 15 milyon kişi imiş)
1.GÜN
Gece Ankara’dan otobüsle Kuşadası’na hareket ettim. Sabah 08.30 civarı Adadaydım. Limana yürüyerek indim. Easy Life limandaydı. 10.00 civarı gemiye binişimi gerçekleştirdim. kabin numaram 8114. Kamaram güzel,büyük ve konforlu. Bavulu açıp yerleştirme ve duş sonrası kalkış saati olan 12.00 a kadar dinlenmeyi tercih ettim.Saat 12.00 da hareket ettik. İlk durağımız Patmos.Saat 16.20 gibi Patmos’ta olacağız. Gemiye binişte güvenlik amaçlı resimlerimiz çekildi. Patmos 12 adadan biri. Bir söz vardır.Sanırım Ruslara ait. “Yola çıktığında değil,menzile vardığında öğün” diye.
Bende büyük yorgunluğum sonrası Patmos’a vardığımda övündüm. Zira dinlenirken bu küçük ada için iyi çalışmıştım. Patmos’un olmazsa olmaz gezmeniz gereken yerleri; St. Yuhanna Manastırı,Vahiy Manastırı. Patmos’un başlıca kenti Hora. Adadaki evler gerçekten görülmeye değer. Diğer taraftan adadaki koy çok iyi korunmuş.Plajı harika. Patmos aslında küçük ve çok kolay keşfedilecek bir yer. Aslında gezginler için sıradan bir yer bile sayılabilir.
Ama önemli olan insanın içindeki yaşam sevincini bulunduğu yere taşıması ve bulunulan yerin keyfini çıkarması değil mi? 2 saat boyunca yürüyerek adayı keşfettim.İlk tespitim adanın ucuz olduğu.Patmos’un en büyük önemi İ.S 95 yılında İncil yazarı Yuhanna’nın Vahiy kitabını bu adada yazmış olmasından geliyor.Aziz Yuhanna Manastırı Yunan Ortodoks dininin en mukaddes yerlerinden biri olduğundan Ortodoksların istilasına uğradığını öğreniyorum. Aziz Yuhanna Manastırı yukarıda yüksek bir tepede yer alıyor ve karaya yanaşırken dikkatinizi çekiyor. Buraya yürüyerek çıkacağınız gibi otobüs veya taksiyle de gitmeniz mümkün. Manastıra çıkarken Aziz Yuhanna’nın ilahi vahyi aldığı mağaranın önünden de geçiyorsunuz. Burada rahibeler yaşıyormuş.
Ben yaklaşmadım ama gidenlerden duydum kıyafet konusuna çok önem veriyorlarmış. Tepeden ada manzarası çok güzel. En azından yorgunluğunuzu alıyor. Buna emin olun. Gezinti sonrası ufak bir ada lokantasında oturup keyif yapıp güzelim kalamarları mideme indirdim. Saat 20.15 de gemiye döndüm. 20.30 da hareket edeceğiz.
İstikametimiz Girit…